Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Bir Hikaye Denemesi Bölüm V


V.                    BÖLÜM: FERHAT’IN HİKÂYESİ  

Faruk dükkâna oldukça alışmıştı. Her gün sabah erkenden dükkânı açıyor, ince uzun koridoru süpürüyor, teker teker bütün malzemelerin tozunu alıyor ve bunları zevk alarak yapıyordu. Hatta Cemşit Amca dükkâna gelmeden çayı bile koymuş oluyordu. Bugün yine öyle bir gündü. Bu aralar işler pek açık değildi. Faruk da bu boş zamanı değerlendirmek için, dükkânın arka tarafında eski kitapların bulunduğu rafları düzenlemek için kendine bir plan yapmıştı. Ancak alfabetik mi yoksa kronolojik sıraya mı dizeceği konusunda git gel yaşıyordu. Sonunda kronolojik olarak dizmeye karar verdi. Zamanı böyle böyle geçiriyordu. Tam son kitabı da yerine koymuştu ki dükkâna birisi girdi. Oldukça heybetli bir görüntüsü vardı. Kapkara kalın kaşlarının altındaki kızarmış kahverengi gözleri etrafa korku yayıyordu. Saçları oldukça kısaydı. Kocaman, kemikli burnunun üzerinde derin bir yara izi vardı. Bıyıkları neredeyse ağzının içine girmek üzereydi. Sakallarını yeni tıraş etmişe benziyordu. Ancak gözlerinin iyi görmediği buradan anlaşılabilirdi. Çünkü kocaman olan kulağının alt tarafında kalan yerlerde hâlâ tüyler vardı ve uzaktan bile belli oluyordu. Yıllardır diş fırçalamadığı dişlerinin artık sarılıktan vazgeçip siyaha doğru koşturmasından açıkça anlaşılabiliyordu. Yüzü yuvarlaktı fakat çenesi biraz öne doğru çıkıktı. 1.90 boylarında vardı, omuzları genişti. Çok fazla olmasa da biraz göbeği vardı. Üzerinde siyah, çizgili bir ceket vardı. Üzeri oldukça tozluydu. İçine ise eskiden beyaz olan ama beyaza veda edeli bayağı olmuş, krem rengine dönen bir gömlek giymişti. Bacağınada da kendine bol gelen, siyah eski bir pantolon geçirmişti. Hava sıcak olmasına rağmen hâlâ ayağında ön tarafı açılmış ve bağcıkları kopmuş asker postallarından vardı. İçeriye yayılan derin pis kokuda oradan geliyor olmalıydı. Bu adamın kim olduğu hakkında en ufak fikri yoktu. Ancak bir şeylerin ters gittiğini anlamak ahmakların bile yapacağı bir işti. Faruk böyle şeylerden fazlasıyla tedirgin olurdu. Ancak Cemşit Amca oldukça rahat bir şekilde davranıyordu. Adamı görünce ayağa kalktı sıkkın ve oldukça üzgün bir sesle:
“Gelmedi Ferhat.” Dedi.
Faruk Cemşit Amca’nın böyle bir insanı tanımasına çok şaşırmıştı ve anlam verememişti. Bir süre Cemşit Amca ile heybetli Ferhat’ın konuşmasını izledi. Cemşit Amca kısa boyuna rağmen Ferhat’ın omzuna elini koymuş ona bir şeyler anlatıyordu. Bu heybetli ve korkutucu adamın Cemşit Amca karşısında uysal bir kediye dönmesi ilgi çekici bir durumdu. Ne konuştuklarını çok merak ediyordu ama Cemşit Amca onu çağırmadığı için yanlarına da gidemiyordu. Konuşmanın bitmesini beklerken “Tarih Ağacı” adını verdikleri ve tek amacının aslında Faruk’un kendisine notu yazan kişiyi bulması olan köşeye gitti. Pek fazla kişi gelmediği için fazla da not bulunmuyordu. Rastgele bir tanesini eline aldı, okumak için, katlanmış olan kâğıdı açtı. Yazı tanıdık gelmeyince ufak bir hayal kırıklığı yaşasa da merakına yenik düşüp kâğıdı okumaya başladı:
Bugün bu dükkândan sevgilim için eski köstekli bir cep saati alıyorum. Çünkü o bunları çok seviyor. 5 yıl sonra o ve çocuğumla buraya geleceğim ve bir saat daha alacağım. Seni seviyorum aşkım.
Leyla Acun – 24.05.13 Saat: 13.55”
Ne kadar sıradan diye geçirdi içinden Faruk. Oysaki çok daha farklı ve güzel şeyler bekliyordu. Umudu kırılmış gibiydi hafiften. Ellerini krem rengi keten pantolonun cebine koydu. Yanaklarına hava doldurup, bıkkın bir şekilde ve yavaş yavaş nefesini havaya karıştırdı. Böyle olmayacağını o da biliyordu. Ama elinden başka bir şey gelmiyordu. Küçük dünyasında sıkışıp kalmıştı. Artık fazla düşünemiyordu. Ne zaman düşünmeye kalksa önüne engeller çıkıyordu. Artık öyle bir raddeye gelmişti ki kendi düşüncelerini çürütür olmuştu. Bu durum oldukça sıkıcı geliyordu. Çünkü zihninde kurduğu şeylere tam inanmaya ve harekete geçirmeye başlayacağı zaman bir başka düşünceyle onu çürütüyor, eksik yanlarını göz önüne seriyordu. O yüzden artık düşünmek bile ona acı verir olmuştu. Bu şekilde düşünemediği için uzun zamandır da yazı yazmaya ara vermişti. Hem konu sıkıntısı çekiyordu hem de iki kelimeyi bir araya getirecek gücü hâlâ kendinde göremiyordu. Bir zamanlar ne de güzel yazardı. Öyle ki kendi yer altı âleminde oldukça bilinen biri isimdi Faruk.  Elleri ceplerinde dükkânın arka tarafında volta atıp düşünmemeyi düşünürken içerideki konuşmanın bitip bitmediğini öğrenmek için kafasını rafların arasından uzatıp baktı. Cemşit Amca iri yarı ve orta yaşlarda olan, Ferhat diye seslendiği ürkütücü adamı dükkândan yolcu ediyordu. Hemen arka taraftan çıktı ve Cemşit Amca’nın yanına gitmek için iki rafın arasından yan dönerek ve biraz da sıkışarak geçti. Tek kaşını yukarıya doğru kaldırarak Cemşit Amca’nın suratına bir bakış attı. Bu bakışla kendisi sormadan Cemşit Amca’nın olanları anlatmasını bekliyordu. İstediği gibi de olmuştu. Cemşit Amca, gözleriyle biraz önce kitapları dizmek için yardım aldığı sandalyeyi getirmesi için işaret etti. Faruk katlanabilir, ahşap ve verniği soyulmuş sandalyeyi getirmek için arkasını döndü. O anda Cemşit Amca’nın cebine bir şey koyduğunu fark etti. Bir an için arkasını dönüp o neydi diye sormayı içinden geçirdiyse de her şeye burnunu sokmanın iyi bir şey olmadığını bildiği için vazgeçti. Arka taraftan sandalyeyi getirdi ve oturdu. Oldukça meraklı olduğu Cemşit Amca’nın ağzına bakan gözlerinden anlaşılıyordu. Cemşit Amca’nın ise suratında bir üzgünlük ifadesi vardı. Faruk’u daha fazla merak içinde bırakmadan yıllanmış dudaklarını araladı ve iç geçirerek anlatmaya başladı:
“ Biraz önce gelen… İsmi Ferhat’tır. Yıllardır bu mahallede kalıyor. Ben bunu çocukluğuna kadar bilirim. Babası da iyi arkadaşımdı, az çilingir sofraları kurmamıştık gençliğimizde. Bu Ferhat da gençken çok yağız bir delikanlıydı. Böyle upuzun boyu kaslı mı kaslı kolları vardı. Öyle heybetliydi ki mahallede ki tüm çocuklar korkardı ondan, kimse ses etmezdi o geçerken. Hani serseri bir çocukta değildi, severdi herkes. Hani derler ya saygının olduğu yerde korku da vardır. Bu duyguyu uyandırırdı herkes de. Gizemli bir çocuktu ama, onu tanımayanlar pek bilmezdi böyle efendi bir çocuk olduğunu, etliye sütlüye karışmadığını. O kadar yakışıklıydı ki kızlar onu görebilmek için pencere pervazlarındaki saksıları sulamak bahanesiyle saatlerce otururdu cam kenarında…” Cemşit Amca gözlerini karşı duvardaki anlamsız, eski bir tabloya dikmişti. Ferhat’ı anlatırken eski anıları gözlerinin önüne geliyordu. O anları özlediği sulanmış gözlerinden açıkça belli oluyordu. Faruk’un merakı iyice artmıştı. Ya Cemşit Amca başka birisinden bahsediyordu ya da gerçekten bu adamın başına bir şeyler gelmişti. Faruk gerçeği ve hikâyenin devamını öğrenmek için can atıyordu. Cemşit Amca gözlerini tablodan ayırdığı anda, Faruk hadi devam et dercesine bir bakış attı ve Cemşit Amca peki dercesine kafasını salladıktan sonra, derin bir iç çekti nefesini daha vermeden devam etti:
“İşte bu bizim oğlan ona yanık o kadar kızın içinde gide gide en imkânsızını buldu. Kızın adı Aynur’du. Masmavi gözleri vardı. Saçları desen buğday sarısıydı. Kızlar nasıl bizim Ferhat’a yanıksa, mahallenin tüm delikanlıları da Aynur’a yanıktı. Aynur o kadar güzeldi ki babası da daha o küçükken bu güzelliğinden başına bir iş gelecek diye onu erkenden evlendirmişti. On yedisinde ki kız otuz beşinde ki bir adamla evliydi işte. Bizim oğlan öylesine yanıktı ki bu kıza artık kapısının önünden ayrılmaz olmuştu. Deli divaneydi, Aynur aşağı Aynur yukarı anlayacağın. Ee tabi böylesine bir aşk duyulmaz olur mu? Herkesin dilinde bir Ferhat bir Aynur. Böyle böyle Aynur’un kocasının da kulağına gitti olay. Nasıl olduysa Ferhat öğrenmiş adamın duyduğunu. Haber yollamış Aynur’a kaçalım bu gece, işte falanca saatte şu dükkâna gel diye. Dükkânda benim dükkân o zamanlar daha yeni açmıştık burayı. Her neyse bunlar sözleşmişler. Ferhat geldi anlattı bana böyle böyle Cemşit Baba yardım et bana diye. Bir şeyler ayarladık bir arkadaşım vardı onları alıp Adana’ya götürecekti. Ferhat beklemeye başladı, başladı ama ne gelen var ne giden. Çaktırmadan ben gidip bir bakayım dedim oralara. Gittim baktım bir kalabalık var evin önünde, koştum daldım aralarına. Bir öğrendim ki Aynur ölmüş. Adam ayyaşın tekiydi, kimse sevmezdi onu mahallede. Bu şerefsiz herif yine içmiş bir de bu olayı duyunca eve gelir gelmez kızı dövmeye başlamış. Öyle bir dövmüş ki adam yorgunluktan bayılmış o bir köşede kız bir köşede yatıyormuş. İşte sağlıkçılar falan gelene kadar da kurtaramamışlar Aynur’u. Geri dükkâna döndüğümde Ferhat’ı bulamadım yerinde. Çok sonradan öğrendim ki yoldan geçenler konuşurken duymuş, dayanamamış, Aynur’a gidebilmek için koşturmaya başlamış deli gibi, sendelemiş tam o anda da şu köşede gördüğün bir kısmı kırık mermer bir taş var ya suratını oraya çarpmış. Burnunda ki derin yara izi o geceden kalma yani. Kafasını oraya vurunca Ferhat beyin kanaması geçirmiş. Birkaç ay komada kaldı, ölecek dediler o yaşadı. Ama artık eskisi gibi değil seninde anladığın gibi. Her sene bu zamanlar buraya gelir, bana Aynur’u sorar. Gelecekti gelmedi mi diye. Akli dengesinin bozuk olduğundan değil, çok sevdiğinden, ölümünü yakıştıramadığından, yoksa çok akıllıdır benim Ferhat’ım. Birde şu mektubu verir bana, ben yokken gelirse verirsin diye…” Hem Cemşit Amca’nın hem de Faruk’un gözleri dolmuştu. Her ikisi de ağlamamak için başlarını sağa sola çeviriyor, dikkatlerini dağıtacak bir şeyler arıyorlardı. Faruk kendisinden utanıyordu, böylesine sevdalı bir adam için düşündüklerini kendisine yakıştıramıyordu. Nasıl bir aşktı bu, aradan yıllar geçmesine rağmen her yıl gelebiliyordu, sorabiliyordu. Sevmek böyle bir şeydi işte, sevmeden önce inanmak gerekiyordu. Aşk dedikleri şeye çok kızıyordu zaman zaman Faruk. Aşk kavramı ona göre artık eski kutsallığını yitirmişti. Belki de “aşk”   Aynur’un ölümüyle beraber toprağa gömüldü ya da Ferhat’ın kalbine… Diye düşündü Faruk. Mektup da neler yazdığını merak ediyordu. Cemşit Amca’da kendisine gelince mektubun içinde ne yazdığını merak ettiğini ve görüp göremeyeceğini sordu. Cemşit Amca’nın yüzü buruştu ve cebindeki sararmış ve en az yüzü kadar buruşmuş kâğıdı çıkarıp Faruk’a uzattı. Faruk kâğıdı büyük bir titizlikle açtı ve gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Kâğıtta eğri büğrü bir el yazısıyla şu cümle yazıyordu:
“Seni seviyorum, eğer sende beni seviyorsan bana geri gel. Ne olur.”
Faruk kâğıdı tekrar katlayıp Cemşit Amca’ya uzattı. Cümle belki edebi bir cümle değildi. Ancak Ferhat ve Aynur’un sevdası hem edebi hem de ebedi olacak bir hikâyeydi. En azından Ferhat’ın Aynur’a olan sevdası. Faruk bir kez daha insanları dışarıdan gördüğü gibi yorumlamamaya yemin etmişti. Bunu bir de Aslı’yı gördüğünde yapmıştı. Ne kadar da soğuk birisi demişti görünce. Bırak bununla arkadaş olmayı, bir dakika bile geçiremem ben demişti. Ama şimdi onunla bir ömür geçirebilmek için Ferhat gibi olmayı bile göze alabilirdi. Eski anılara dalmış ve kendi acısını bu hikâyede bir yerlere oturtmaya çalışırken birden aklına Ferhat dağları delmişti aşkı için bizim Ferhat da kafasını delmiş diye bir düşünce geldi. Önce suratında pis bir sırıtış oluştu. Sonra da kendinden böyle bir şeyi düşündüğü için utandı. Artık kendisine neler olduğunu o da bilmiyordu. İnsanlarla o kadar kopuktu ki onların acısı hakkında bile kendine bir şeyler çıkartabiliyor, sonra da bu şeyleri düşündüğü için kendinden nefret ediyordu. Artık onca merak ettiği ve uğraşma peşinde olduğu şeylerin arasına Ferhat da girmişti. Ona bir şekilde yardım etmek istiyordu. Belki ona gerçeği anlatabilir ve acı da olsa bu gerçekle yaşamasına yardımcı olabilirdi. Ya da başka türlü bir şekilde yardım edebilirdi. Henüz onu bilmiyordu ama bir şekilde olayın içine dâhil olmak istiyordu. Ömrü boyunca hep, hiçbir işe yaramadığını düşünüp durmuştu. Artık elinde o kadar fırsat varken bunları değerlendirip, bir işe yaramak, en azından öyle hissetmek istiyordu. Kimse bilemez diyordu çoğu kez. Kimse bilemez bir işe yarayamamak ne demek. Bir şeye faydalı olamamak. Sadece yaşamak nasıl bir şey kimse bilemez. Attığı her adımda bir çiçek öldürmek, bir karıncayı ezmek, aldığı her nefeste bir çocuğun hakkını yemek ne demek kimse bilemez…
Saat artık geç olmuştu. Cemşit Amca Faruk’u kendi iç tartışmalarından çekerek, artık dükkânı kapatmanın vakti geldiğini söylemişti. Zaten bu kadar şeyden sonra da ikisinin de dükkânda kalası yoktu. Faruk önce ortalığı toplamayı düşünse de bu kararından vazgeçip, temizlik içini sabaha bırakmaya karar verdi. Cemşit Amca eski, deri çantasını kolunun altına sıkıştırıp dükkândan çıktı. Faruk’ da hemen arkasından çıktı ve dükkânı kilitledi. Bugün eve yürüyerek gitmek istiyordu. Hem düşünmek istemiyordu hem de bir şeyleri düşünmeye ihtiyacı vardı. Bu yüzden yürümenin iyi geleceğini düşündü ve yola koyuldu. Aklından bin bir türlü şey geçiyordu. Daha kendi içindeki buhranlarını sonlandıramamıştı. Aslı’nın onu terk edişine hâlâ alışamamıştı. Hâlâ onu görmemek için, onun olabileceği yolları kullanmıyordu. Onu hatırlamamak için beraber olduğu mekânlara yanaşmıyordu, çok sevdiği yerler bile artık onun gitmekten korktuğu yerler hâlini almıştı. Cemşit de ölmüştü. Hayatta en çok güvendiği ve her şeyini bırakabileceği bir dostu da yoktu artık. Yavaş yavaş her şey onu terk etmişti, tüm sevdikleri birer birer yok oluyordu. Daha sonra esrarengiz kız, kimliği belirsiz kişilerden gelen notlar… Çok bunalıyordu Faruk. Artık taşıyamadığına kanaat getirmişti. Yaşamak ona ağır geliyordu ama kolay pes eden birisi değildi. Eve gelmişti, kapının anahtarlarını biraz ceplerini yokladıktan sonra buldu ve kapıyı açıp içeri girdi. Girer girmez direk yatak odasına yöneldi ve kendini yatağa bıraktı. Gözlerini kapatıp uykuya dalmadan önce bir kez daha yineledi:
“ Kazanacağım.”

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Bir Hikaye Denemesi Bölüm IV

 IV.                    BÖLÜM: ÖZLENEN ANILAR



  Alarmın çalmasıyla ürpermesi bir oldu Faruk’un. Uzun zamandır bu sese  uzak kalmıştı. Ne kadar rahatsız edici bir ses olduğunu tekrar hatırladı. Elini sağ taraftaki sehpanın üzerinde bulunan ve tam olarak 7.45’i gösteren dijital saate uzattı. Saati göz hizasında havaya kaldırıp kaçı gösterdiğini görebilmek için gözlerinden bir tanesini zorla da olsa açtı ve baktı. İçinden bu saatte kalkılır mı diye küfür ederek saati erteleme düğmesine basıp tekrar uyumaya koyulacaktı ki birden aklına dün akşam ki not kağıdı geldi. Zaten onu düşünmekten gece boyu uyuyamamıştı. Şimdi tekrar aklına getirerek uykusunu kaçırdı. Bu yöntem alarmdan daha etkili bir yöntem olmuştu.  Daha sonra bugünün Pazar olduğu ve dükkanın geç açılacağı aklına gelince bir kez daha küfürü koyuverdi. Ama bu sefer o kadar yüksek sesle söylemişti ki kendi bile utanmıştı bir an. Sabah daha erkendi işine gitmesi için daha üç saati vardı. Geri uyumaya çalışırsa kalkamayacağını biliyordu. O yüzden yatağın içinde fazla kalmak istemedi ve bir iki gerindikten sonra doğruldu. Üzerindeki battaniyeyi kenara savurdu, başını iki elinin arasında alarak gözleri ovaladı ve ayağa kalktı. Önce pencereden dışarıya bir göz attı, güneş gözlerini kamaştırınca geri döndü, banyoya yöneldi. Girip bir güzel duşunu aldıktan sonra mutfağa gidip bir şeyler hazırlamak için harekete geçti. Dolapta zeytin ve peynirden başka yiyecek bir şey olmadığını görünce akşam için bir liste yapayım diye düşündü. Çeyrek ekmeğin arasına peyniri koyup sallama çayla afiyetle bir güzel yedi. Daha bir saat vardı evden çıkmasına ve oyalanacak bir şeyler aradı. Aklına çalışma odasındaki dolabın en alt çekmecesi geldi. Özel diye nitelendirdiği her şeyi oraya atardı. Biraz karıştırayım diye oraya yöneldi. Çekmeceyi açtı, içinde misafirliğe gelmiş bir çocuğun gizli çekmeceleri karıştırması gibi bir heyecan vardı. Anlam veremedi, çekmeceyi çekti ve içinde bulunan eski bir ayakkabı kutusunu eline aldı. Kapağını açar açmaz önce kulağından başlayan sonra sırasıyla ensesi, sırtı ve bacaklarına doğru inen bir sıcaklık vücudunu kapladı. Göğüs kafesi sıkışmaya başladı, nefes alış-verişlerinde düzensizleşme vardı. Gözleri yanmaya başladı, Avuç içlerinin terlediğini hissedebiliyordu, yerinde duramıyordu sanki her yer yanıyordu ve nereye dokunsa canı acıyordu. Böyle olmayalı uzun zaman olmuştu. Kaçırdığı gözlerini tekrar kutunun içine dikti. En üstte kendisinin ikisini çektiği ve onu yanağından öptüğü fotoğraf vardı. Bu fotoğrafı çok severdi çünkü çok doğal geliyordu ve onu ne kadar sevdiğini kendi gözlerinden görebiliyordu.  Elleri titreyerek fotoğrafı aldı, derin bir iç çektikten sonra kenara bıraktı.
            Faruk'un gözleri doldu, boğazı düğümlenmişti. Bir an nefes alamadığını hissetti. Çenesi titriyordu, elleri ise kendinden bağımsız hareket ediyorlardı. Oturduğu için şükretti çünkü ayakta olsa çoktan yere yığılmıştı. Bu fotoğrafı hâlâ dün gibi hatırlıyordu. Sadece kendine unutmak adını verdiği bir yalanla yaşıyordu ve bu yalan zaman zaman gerçeklerle örtüşmekte sorun çıkartıyordu.
                       Saat 9’u 55 geçiyordu. Faruk ilk gününden işine geç kalmamak için siyah spor ayakkabılarını giyip yola koyuldu. Cemşit amcanın ona dükkanı açacağını söylediği saate daha otuz beş dakika vardı. Faruk da bu zamanı yürüyerek geçirmeyi tercih etti. Kestirme olan ara sokakları kullanmayı çok severdi. Yine öyle yaptı. Pazar günü olduğu için sokaklar pek hareketli değildi. Sadece okulu olmayan küçük çocukların sokakta oynadığı ufak oyunların sesleri vardı. Birkaçına takıldıktan sonra hızla yürümeye devam etti. Dükkana yaklaştığında Cemşit amca’yı da köşeyi dönerken gördü. Geç kalmadığına tam sevinecekti ki dükkanın açık olduğunu ve Cemşit amca’nın elinde de poğaçalar olduğunu gördü. İçinden daha ilk günden hiç iyi olmadı diye sayıklayarak dükkana girdi. Biraz mahçup bir şekilde Cemşit Amca’yı selamladı. Sonra özrünü bildirmek için sıkkın bir ifadeyle :
                      “ Günaydın Cemşit Bey. Kusura bakmayın daha ilk günden geç kaldım. Aslında erkende uyanmıştım ama biraz yürümek istedim. Birde siz geç açacağım deyince ağırdan aldım. Özür dilerim bir daha olmayacak."
                       Faruk sözünü bitirdikten sonra Cemşit Amca’nın suratında hınzırca bir gülümseme vardı. Sanki Faruk’un bu sıkkın hali hoşuna gitmişti. Elindeki poğaçaları masanın üzerine koydu. İki temiz çay bardağı çıkartıp yeni demlendiği belli olan sıcak çayları doldurdu. Faruk’un sıkkın bakışlarına dayanamayınca konuşmaya başladı :
                     “Gel Faruk gel. Suç sende değil benim eski alışkanlıklarımda işte. Yılların verdiği o erken kalkma alışkanlığıyla alakalı. Uyuyamadım kalktım geldim bende dükkanı açtım. Hem dedim evladıma bir sabah kahvaltısı ısmarlayayım ilk günün hatırına. Çekinme çekinme gel otur. “
                         Faruk masaya oturdu.  Çayı şekersiz içiyordu ve aklı karışık bir şekilde çayını yudumladı. Cemşit çok tuhaf bir adamdı. Ama değişik bir şekilde de çekiciliği vardı. Bir baba yahut daha çok bir dede çekiciliğiydi bu. Sevimli, tonton dedikleri cinsten bir dede. Faruk hiç konuşmadan poğaçaları yiyip çayını içtikten sonra işe başlamadan önce Cemşit Amca’ya bir konuyu açmak istiyordu. Kendisi konuyu açamadığı için Cemşit’in anlamasını ister gibi bir şey söylemeye çalışıyormuş da çıkmıyormuşcasına bir şeyler yapmaya başladı. Cemşit bu durumu anlamış olacak ki gözlük camlarının ardından tepeden bir bakışla Faruk’a anlatması için bir işaret attı. Faruk bu onayı alınca anlatmaya başladı.
                        “ Cemşit Amca  dün ben dükkandan çıktıktan sonra birisi bana çarptı ve çantasından bir şey düşürdü. Bende eğildim aldım onu meraklanıp okudum belki bir şeyler çıkar diye hani. Ama kağıtta “ Her son yeni bir başlangıcı getirir, önemli olan noktayı koyduktan sonra büyük harfle başlamayı unutmamaktır. Harflerinin küçülmemesi dileği ile G…” yazıyordu. Kağıt yırtılmış olduğu için devamını bilmiyorum. “G” bir ismin baş harfi mi yoksa başka bir şey mi ya da bu notu düşüren kişi beni tanıyor mu falan bunlar gece boyu aklımı kurcaladı. Bu kadar şey üst üste tesadüf olabilir mi bilmiyorum. Yani ben olmayacağına inanıyorum. O yüzden eğer bu notu birisi bana bilerek yolladıysa ve o da şu hani bahsettiğim kızsa eğer illa tekrar buralara gelecektir. Dükkana beni görmeye gelebilir belki yeni bir not bırakmak için falan. Bende bir şey düşündüm hem dükkan için iyi bir iş olabilir hem de benim işim görülebilir. Şöyle bir şey düşünüyorum. Bu dükkana gelen müşteri potansiyeli belli. Bazı yerlerde olduğu gibi dilek ağacı ya da köşesi gibi bir şey yapsak. Herkes belli notlar ve tarih yazsa assa o ağaca, sonra desek ki işte bunlar burada tarih olacaklar. Hem antikacı için güzel bir reklam ve güzel bir proje olabilir hem de ben bu notu yazanı el yazısından bulabilirim. Ne dersin ? “
                     Cemşit Faruk’a biraz düşünceli bir ifadeyle baktı. Aklından Faruk’un söylediklerini tarttığı belli oluyordu. Sağ elini pek saç kalmayan kafasına attı. Birazcık kaşıdıktan sonra bir şey söylemek için nefesini içine çekti sonra vazgeçip geri verdi. Sonra tekrar nefesini içine çekti ve bu sefer konuşmaya başladı :
                   “ Şimdi evladım , söylediklerin güzel düşünceler. Ama biz bir cafe değiliz ki böyle işler tutsun burada. Ama dersen ki ben bunu bizim dükkanımıza uydururum o zaman harika şeyler ortaya çıkartabilirsin. Bu arada çok zeki bir gençsin. Ben kaç yaşıma geldim aklıma hiç böyle bir fikir gelmemişti. Dedektifçilik oynamak he. Tamamdır ya hoşuma gitti bu iş. Yapalım şunu eğlenceli olacak. Hem de sen sevineceksin, işin görülecek. Tamamdır tamam.”

                    Faruk Cemşit Amca’nın bu işi kabul etmesine sevinmişti . Gerçekten bu aralar biraz dedektifçilik oynayabilirdi. Üst üste gelen bu esrarengiz olayları çözmek kendisine kalmıştı. İşe de en son eline geçen şeyden, not kağıdından başlayacaktı. Böylece her şeyin çorap söküğü gibi geleceğini hissediyordu. Hatta bu işi çözdükten sonra biraz geçmişe dönüp terk edilmesinin gerçek sebeplerini araştırmayı düşünüyordu. Bir an onu mu önce yapmalıyım diye düşündü. Daha sonra bundan vazgeçti. Bu mesele ondan daha önemli olabilirdi. Hatta zaman zaman Cemşit’in intiharıyla bağlantılı olabileceğini aklından geçiriyordu. Çünkü hâlâ onun böyle bir şey yapabileceğine inanamıyordu. Faruk gün boyu aklından bu düşünceleri geçirdi. Olayları kendince bir sıraya koydu. Bu arada gelen birkaç müşteriye doğum günü hediyesi sattı. En çok da arkadaşına 45’lik almaya gelen on yedi yaşındaki  çocuk hoşuna gitmişti. Çünkü gençlerin eskilere özenmesi güzel bir şeydi. Faruk da popüler kültürden pek hazzetmeyen birisiydi. Pek fazla iş olmayınca dükkanı kapatıp çıktılar. Faruk Cemşit Amca’ya yarın, konuştukları mevzu için malzemeye alacağını ve biraz geç kalabileceğini söyledi ve durağa yanaşan otobüse yetişmek için koşturdu. Otobüse yetişmişti ancak nefes nefese kalmıştı. Boş bir yer bulup oturdu ve başını cama dayayıp olmuş ve olacakları hayal ederek evine doğru yol aldı.