V.
BÖLÜM:
FERHAT’IN HİKÂYESİ
Faruk dükkâna oldukça alışmıştı. Her gün sabah
erkenden dükkânı açıyor, ince uzun koridoru süpürüyor, teker teker bütün
malzemelerin tozunu alıyor ve bunları zevk alarak yapıyordu. Hatta Cemşit Amca dükkâna
gelmeden çayı bile koymuş oluyordu. Bugün yine öyle bir gündü. Bu aralar işler
pek açık değildi. Faruk da bu boş zamanı değerlendirmek için, dükkânın arka
tarafında eski kitapların bulunduğu rafları düzenlemek için kendine bir plan
yapmıştı. Ancak alfabetik mi yoksa kronolojik sıraya mı dizeceği konusunda git
gel yaşıyordu. Sonunda kronolojik olarak dizmeye karar verdi. Zamanı böyle
böyle geçiriyordu. Tam son kitabı da yerine koymuştu ki dükkâna birisi girdi.
Oldukça heybetli bir görüntüsü vardı. Kapkara kalın kaşlarının altındaki
kızarmış kahverengi gözleri etrafa korku yayıyordu. Saçları oldukça kısaydı.
Kocaman, kemikli burnunun üzerinde derin bir yara izi vardı. Bıyıkları
neredeyse ağzının içine girmek üzereydi. Sakallarını yeni tıraş etmişe
benziyordu. Ancak gözlerinin iyi görmediği buradan anlaşılabilirdi. Çünkü
kocaman olan kulağının alt tarafında kalan yerlerde hâlâ tüyler vardı ve
uzaktan bile belli oluyordu. Yıllardır diş fırçalamadığı dişlerinin artık
sarılıktan vazgeçip siyaha doğru koşturmasından açıkça anlaşılabiliyordu. Yüzü
yuvarlaktı fakat çenesi biraz öne doğru çıkıktı. 1.90 boylarında vardı,
omuzları genişti. Çok fazla olmasa da biraz göbeği vardı. Üzerinde siyah,
çizgili bir ceket vardı. Üzeri oldukça tozluydu. İçine ise eskiden beyaz olan
ama beyaza veda edeli bayağı olmuş, krem rengine dönen bir gömlek giymişti.
Bacağınada da kendine bol gelen, siyah eski bir pantolon geçirmişti. Hava sıcak
olmasına rağmen hâlâ ayağında ön tarafı açılmış ve bağcıkları kopmuş asker
postallarından vardı. İçeriye yayılan derin pis kokuda oradan geliyor
olmalıydı. Bu adamın kim olduğu hakkında
en ufak fikri yoktu. Ancak bir şeylerin ters gittiğini anlamak ahmakların bile
yapacağı bir işti. Faruk böyle şeylerden fazlasıyla tedirgin olurdu. Ancak
Cemşit Amca oldukça rahat bir şekilde davranıyordu. Adamı görünce ayağa kalktı
sıkkın ve oldukça üzgün bir sesle:
“Gelmedi Ferhat.” Dedi.
Faruk Cemşit Amca’nın böyle bir insanı tanımasına çok
şaşırmıştı ve anlam verememişti. Bir süre Cemşit Amca ile heybetli Ferhat’ın
konuşmasını izledi. Cemşit Amca kısa boyuna rağmen Ferhat’ın omzuna elini
koymuş ona bir şeyler anlatıyordu. Bu heybetli ve korkutucu adamın Cemşit Amca
karşısında uysal bir kediye dönmesi ilgi çekici bir durumdu. Ne konuştuklarını
çok merak ediyordu ama Cemşit Amca onu çağırmadığı için yanlarına da gidemiyordu.
Konuşmanın bitmesini beklerken “Tarih Ağacı” adını verdikleri ve tek amacının
aslında Faruk’un kendisine notu yazan kişiyi bulması olan köşeye gitti. Pek
fazla kişi gelmediği için fazla da not bulunmuyordu. Rastgele bir tanesini
eline aldı, okumak için, katlanmış olan kâğıdı açtı. Yazı tanıdık gelmeyince
ufak bir hayal kırıklığı yaşasa da merakına yenik düşüp kâğıdı okumaya başladı:
“Bugün bu dükkândan
sevgilim için eski köstekli bir cep saati alıyorum. Çünkü o bunları çok
seviyor. 5 yıl sonra o ve çocuğumla buraya geleceğim ve bir saat daha alacağım.
Seni seviyorum aşkım.
Leyla Acun –
24.05.13 Saat: 13.55”
Ne kadar sıradan diye geçirdi içinden Faruk. Oysaki
çok daha farklı ve güzel şeyler bekliyordu. Umudu kırılmış gibiydi hafiften.
Ellerini krem rengi keten pantolonun cebine koydu. Yanaklarına hava doldurup,
bıkkın bir şekilde ve yavaş yavaş nefesini havaya karıştırdı. Böyle
olmayacağını o da biliyordu. Ama elinden başka bir şey gelmiyordu. Küçük
dünyasında sıkışıp kalmıştı. Artık fazla düşünemiyordu. Ne zaman düşünmeye
kalksa önüne engeller çıkıyordu. Artık öyle bir raddeye gelmişti ki kendi
düşüncelerini çürütür olmuştu. Bu durum oldukça sıkıcı geliyordu. Çünkü
zihninde kurduğu şeylere tam inanmaya ve harekete geçirmeye başlayacağı zaman
bir başka düşünceyle onu çürütüyor, eksik yanlarını göz önüne seriyordu. O
yüzden artık düşünmek bile ona acı verir olmuştu. Bu şekilde düşünemediği için
uzun zamandır da yazı yazmaya ara vermişti. Hem konu sıkıntısı çekiyordu hem de
iki kelimeyi bir araya getirecek gücü hâlâ kendinde göremiyordu. Bir zamanlar
ne de güzel yazardı. Öyle ki kendi yer altı âleminde oldukça bilinen biri
isimdi Faruk. Elleri ceplerinde dükkânın
arka tarafında volta atıp düşünmemeyi düşünürken içerideki konuşmanın bitip
bitmediğini öğrenmek için kafasını rafların arasından uzatıp baktı. Cemşit Amca
iri yarı ve orta yaşlarda olan, Ferhat diye seslendiği ürkütücü adamı dükkândan
yolcu ediyordu. Hemen arka taraftan çıktı ve Cemşit Amca’nın yanına gitmek için
iki rafın arasından yan dönerek ve biraz da sıkışarak geçti. Tek kaşını
yukarıya doğru kaldırarak Cemşit Amca’nın suratına bir bakış attı. Bu bakışla
kendisi sormadan Cemşit Amca’nın olanları anlatmasını bekliyordu. İstediği gibi
de olmuştu. Cemşit Amca, gözleriyle biraz önce kitapları dizmek için yardım
aldığı sandalyeyi getirmesi için işaret etti. Faruk katlanabilir, ahşap ve
verniği soyulmuş sandalyeyi getirmek için arkasını döndü. O anda Cemşit
Amca’nın cebine bir şey koyduğunu fark etti. Bir an için arkasını dönüp o neydi
diye sormayı içinden geçirdiyse de her şeye burnunu sokmanın iyi bir şey
olmadığını bildiği için vazgeçti. Arka taraftan sandalyeyi getirdi ve oturdu.
Oldukça meraklı olduğu Cemşit Amca’nın ağzına bakan gözlerinden anlaşılıyordu.
Cemşit Amca’nın ise suratında bir üzgünlük ifadesi vardı. Faruk’u daha fazla
merak içinde bırakmadan yıllanmış dudaklarını araladı ve iç geçirerek anlatmaya
başladı:
“ Biraz önce gelen… İsmi Ferhat’tır. Yıllardır bu
mahallede kalıyor. Ben bunu çocukluğuna kadar bilirim. Babası da iyi
arkadaşımdı, az çilingir sofraları kurmamıştık gençliğimizde. Bu Ferhat da
gençken çok yağız bir delikanlıydı. Böyle upuzun boyu kaslı mı kaslı kolları
vardı. Öyle heybetliydi ki mahallede ki tüm çocuklar korkardı ondan, kimse ses
etmezdi o geçerken. Hani serseri bir çocukta değildi, severdi herkes. Hani
derler ya saygının olduğu yerde korku da vardır. Bu duyguyu uyandırırdı herkes
de. Gizemli bir çocuktu ama, onu tanımayanlar pek bilmezdi böyle efendi bir
çocuk olduğunu, etliye sütlüye karışmadığını. O kadar yakışıklıydı ki kızlar
onu görebilmek için pencere pervazlarındaki saksıları sulamak bahanesiyle
saatlerce otururdu cam kenarında…” Cemşit Amca gözlerini karşı duvardaki
anlamsız, eski bir tabloya dikmişti. Ferhat’ı anlatırken eski anıları
gözlerinin önüne geliyordu. O anları özlediği sulanmış gözlerinden açıkça belli
oluyordu. Faruk’un merakı iyice artmıştı. Ya Cemşit Amca başka birisinden
bahsediyordu ya da gerçekten bu adamın başına bir şeyler gelmişti. Faruk
gerçeği ve hikâyenin devamını öğrenmek için can atıyordu. Cemşit Amca gözlerini
tablodan ayırdığı anda, Faruk hadi devam et dercesine bir bakış attı ve Cemşit
Amca peki dercesine kafasını salladıktan sonra, derin bir iç çekti nefesini
daha vermeden devam etti:
“İşte bu bizim oğlan ona yanık o kadar kızın içinde gide
gide en imkânsızını buldu. Kızın adı Aynur’du. Masmavi gözleri vardı. Saçları
desen buğday sarısıydı. Kızlar nasıl bizim Ferhat’a yanıksa, mahallenin tüm
delikanlıları da Aynur’a yanıktı. Aynur o kadar güzeldi ki babası da daha o
küçükken bu güzelliğinden başına bir iş gelecek diye onu erkenden
evlendirmişti. On yedisinde ki kız otuz beşinde ki bir adamla evliydi işte.
Bizim oğlan öylesine yanıktı ki bu kıza artık kapısının önünden ayrılmaz
olmuştu. Deli divaneydi, Aynur aşağı Aynur yukarı anlayacağın. Ee tabi
böylesine bir aşk duyulmaz olur mu? Herkesin dilinde bir Ferhat bir Aynur.
Böyle böyle Aynur’un kocasının da kulağına gitti olay. Nasıl olduysa Ferhat
öğrenmiş adamın duyduğunu. Haber yollamış Aynur’a kaçalım bu gece, işte falanca
saatte şu dükkâna gel diye. Dükkânda benim dükkân o zamanlar daha yeni açmıştık
burayı. Her neyse bunlar sözleşmişler. Ferhat geldi anlattı bana böyle böyle
Cemşit Baba yardım et bana diye. Bir şeyler ayarladık bir arkadaşım vardı
onları alıp Adana’ya götürecekti. Ferhat beklemeye başladı, başladı ama ne
gelen var ne giden. Çaktırmadan ben gidip bir bakayım dedim oralara. Gittim
baktım bir kalabalık var evin önünde, koştum daldım aralarına. Bir öğrendim ki
Aynur ölmüş. Adam ayyaşın tekiydi, kimse sevmezdi onu mahallede. Bu şerefsiz
herif yine içmiş bir de bu olayı duyunca eve gelir gelmez kızı dövmeye
başlamış. Öyle bir dövmüş ki adam yorgunluktan bayılmış o bir köşede kız bir
köşede yatıyormuş. İşte sağlıkçılar falan gelene kadar da kurtaramamışlar
Aynur’u. Geri dükkâna döndüğümde Ferhat’ı bulamadım yerinde. Çok sonradan
öğrendim ki yoldan geçenler konuşurken duymuş, dayanamamış, Aynur’a gidebilmek
için koşturmaya başlamış deli gibi, sendelemiş tam o anda da şu köşede gördüğün
bir kısmı kırık mermer bir taş var ya suratını oraya çarpmış. Burnunda ki derin
yara izi o geceden kalma yani. Kafasını oraya vurunca Ferhat beyin kanaması
geçirmiş. Birkaç ay komada kaldı, ölecek dediler o yaşadı. Ama artık eskisi
gibi değil seninde anladığın gibi. Her sene bu zamanlar buraya gelir, bana
Aynur’u sorar. Gelecekti gelmedi mi diye. Akli dengesinin bozuk olduğundan
değil, çok sevdiğinden, ölümünü yakıştıramadığından, yoksa çok akıllıdır benim
Ferhat’ım. Birde şu mektubu verir bana, ben yokken gelirse verirsin diye…” Hem
Cemşit Amca’nın hem de Faruk’un gözleri dolmuştu. Her ikisi de ağlamamak için
başlarını sağa sola çeviriyor, dikkatlerini dağıtacak bir şeyler arıyorlardı.
Faruk kendisinden utanıyordu, böylesine sevdalı bir adam için düşündüklerini
kendisine yakıştıramıyordu. Nasıl bir aşktı bu, aradan yıllar geçmesine rağmen
her yıl gelebiliyordu, sorabiliyordu. Sevmek böyle bir şeydi işte, sevmeden
önce inanmak gerekiyordu. Aşk dedikleri şeye çok kızıyordu zaman zaman Faruk.
Aşk kavramı ona göre artık eski kutsallığını yitirmişti. Belki de “aşk” Aynur’un
ölümüyle beraber toprağa gömüldü ya da Ferhat’ın kalbine… Diye düşündü Faruk.
Mektup da neler yazdığını merak ediyordu. Cemşit Amca’da kendisine gelince
mektubun içinde ne yazdığını merak ettiğini ve görüp göremeyeceğini sordu.
Cemşit Amca’nın yüzü buruştu ve cebindeki sararmış ve en az yüzü kadar buruşmuş
kâğıdı çıkarıp Faruk’a uzattı. Faruk kâğıdı büyük bir titizlikle açtı ve
gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Kâğıtta eğri büğrü bir el yazısıyla şu cümle
yazıyordu:
“Seni seviyorum, eğer sende beni seviyorsan bana geri
gel. Ne olur.”
Faruk kâğıdı tekrar katlayıp Cemşit Amca’ya uzattı.
Cümle belki edebi bir cümle değildi. Ancak Ferhat ve Aynur’un sevdası hem edebi
hem de ebedi olacak bir hikâyeydi. En azından Ferhat’ın Aynur’a olan sevdası.
Faruk bir kez daha insanları dışarıdan gördüğü gibi yorumlamamaya yemin
etmişti. Bunu bir de Aslı’yı gördüğünde yapmıştı. Ne kadar da soğuk birisi
demişti görünce. Bırak bununla arkadaş olmayı, bir dakika bile geçiremem ben
demişti. Ama şimdi onunla bir ömür geçirebilmek için Ferhat gibi olmayı bile
göze alabilirdi. Eski anılara dalmış ve kendi acısını bu hikâyede bir yerlere
oturtmaya çalışırken birden aklına Ferhat dağları delmişti aşkı için bizim
Ferhat da kafasını delmiş diye bir düşünce geldi. Önce suratında pis bir
sırıtış oluştu. Sonra da kendinden böyle bir şeyi düşündüğü için utandı. Artık
kendisine neler olduğunu o da bilmiyordu. İnsanlarla o kadar kopuktu ki onların
acısı hakkında bile kendine bir şeyler çıkartabiliyor, sonra da bu şeyleri
düşündüğü için kendinden nefret ediyordu. Artık onca merak ettiği ve uğraşma
peşinde olduğu şeylerin arasına Ferhat da girmişti. Ona bir şekilde yardım
etmek istiyordu. Belki ona gerçeği anlatabilir ve acı da olsa bu gerçekle
yaşamasına yardımcı olabilirdi. Ya da başka türlü bir şekilde yardım
edebilirdi. Henüz onu bilmiyordu ama bir şekilde olayın içine dâhil olmak
istiyordu. Ömrü boyunca hep, hiçbir işe yaramadığını düşünüp durmuştu. Artık
elinde o kadar fırsat varken bunları değerlendirip, bir işe yaramak, en azından
öyle hissetmek istiyordu. Kimse bilemez diyordu çoğu kez. Kimse bilemez bir işe
yarayamamak ne demek. Bir şeye faydalı olamamak. Sadece yaşamak nasıl bir şey
kimse bilemez. Attığı her adımda bir çiçek öldürmek, bir karıncayı ezmek,
aldığı her nefeste bir çocuğun hakkını yemek ne demek kimse bilemez…
Saat artık geç olmuştu. Cemşit Amca Faruk’u kendi iç
tartışmalarından çekerek, artık dükkânı kapatmanın vakti geldiğini söylemişti.
Zaten bu kadar şeyden sonra da ikisinin de dükkânda kalası yoktu. Faruk önce
ortalığı toplamayı düşünse de bu kararından vazgeçip, temizlik içini sabaha
bırakmaya karar verdi. Cemşit Amca eski, deri çantasını kolunun altına
sıkıştırıp dükkândan çıktı. Faruk’ da hemen arkasından çıktı ve dükkânı
kilitledi. Bugün eve yürüyerek gitmek istiyordu. Hem düşünmek istemiyordu hem
de bir şeyleri düşünmeye ihtiyacı vardı. Bu yüzden yürümenin iyi geleceğini
düşündü ve yola koyuldu. Aklından bin bir türlü şey geçiyordu. Daha kendi
içindeki buhranlarını sonlandıramamıştı. Aslı’nın onu terk edişine hâlâ
alışamamıştı. Hâlâ onu görmemek için, onun olabileceği yolları kullanmıyordu.
Onu hatırlamamak için beraber olduğu mekânlara yanaşmıyordu, çok sevdiği yerler
bile artık onun gitmekten korktuğu yerler hâlini almıştı. Cemşit de ölmüştü.
Hayatta en çok güvendiği ve her şeyini bırakabileceği bir dostu da yoktu artık.
Yavaş yavaş her şey onu terk etmişti, tüm sevdikleri birer birer yok oluyordu.
Daha sonra esrarengiz kız, kimliği belirsiz kişilerden gelen notlar… Çok
bunalıyordu Faruk. Artık taşıyamadığına kanaat getirmişti. Yaşamak ona ağır
geliyordu ama kolay pes eden birisi değildi. Eve gelmişti, kapının
anahtarlarını biraz ceplerini yokladıktan sonra buldu ve kapıyı açıp içeri
girdi. Girer girmez direk yatak odasına yöneldi ve kendini yatağa bıraktı.
Gözlerini kapatıp uykuya dalmadan önce bir kez daha yineledi:
“ Kazanacağım.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder