Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Bir Hikaye Denemesi Bölüm V


V.                    BÖLÜM: FERHAT’IN HİKÂYESİ  

Faruk dükkâna oldukça alışmıştı. Her gün sabah erkenden dükkânı açıyor, ince uzun koridoru süpürüyor, teker teker bütün malzemelerin tozunu alıyor ve bunları zevk alarak yapıyordu. Hatta Cemşit Amca dükkâna gelmeden çayı bile koymuş oluyordu. Bugün yine öyle bir gündü. Bu aralar işler pek açık değildi. Faruk da bu boş zamanı değerlendirmek için, dükkânın arka tarafında eski kitapların bulunduğu rafları düzenlemek için kendine bir plan yapmıştı. Ancak alfabetik mi yoksa kronolojik sıraya mı dizeceği konusunda git gel yaşıyordu. Sonunda kronolojik olarak dizmeye karar verdi. Zamanı böyle böyle geçiriyordu. Tam son kitabı da yerine koymuştu ki dükkâna birisi girdi. Oldukça heybetli bir görüntüsü vardı. Kapkara kalın kaşlarının altındaki kızarmış kahverengi gözleri etrafa korku yayıyordu. Saçları oldukça kısaydı. Kocaman, kemikli burnunun üzerinde derin bir yara izi vardı. Bıyıkları neredeyse ağzının içine girmek üzereydi. Sakallarını yeni tıraş etmişe benziyordu. Ancak gözlerinin iyi görmediği buradan anlaşılabilirdi. Çünkü kocaman olan kulağının alt tarafında kalan yerlerde hâlâ tüyler vardı ve uzaktan bile belli oluyordu. Yıllardır diş fırçalamadığı dişlerinin artık sarılıktan vazgeçip siyaha doğru koşturmasından açıkça anlaşılabiliyordu. Yüzü yuvarlaktı fakat çenesi biraz öne doğru çıkıktı. 1.90 boylarında vardı, omuzları genişti. Çok fazla olmasa da biraz göbeği vardı. Üzerinde siyah, çizgili bir ceket vardı. Üzeri oldukça tozluydu. İçine ise eskiden beyaz olan ama beyaza veda edeli bayağı olmuş, krem rengine dönen bir gömlek giymişti. Bacağınada da kendine bol gelen, siyah eski bir pantolon geçirmişti. Hava sıcak olmasına rağmen hâlâ ayağında ön tarafı açılmış ve bağcıkları kopmuş asker postallarından vardı. İçeriye yayılan derin pis kokuda oradan geliyor olmalıydı. Bu adamın kim olduğu hakkında en ufak fikri yoktu. Ancak bir şeylerin ters gittiğini anlamak ahmakların bile yapacağı bir işti. Faruk böyle şeylerden fazlasıyla tedirgin olurdu. Ancak Cemşit Amca oldukça rahat bir şekilde davranıyordu. Adamı görünce ayağa kalktı sıkkın ve oldukça üzgün bir sesle:
“Gelmedi Ferhat.” Dedi.
Faruk Cemşit Amca’nın böyle bir insanı tanımasına çok şaşırmıştı ve anlam verememişti. Bir süre Cemşit Amca ile heybetli Ferhat’ın konuşmasını izledi. Cemşit Amca kısa boyuna rağmen Ferhat’ın omzuna elini koymuş ona bir şeyler anlatıyordu. Bu heybetli ve korkutucu adamın Cemşit Amca karşısında uysal bir kediye dönmesi ilgi çekici bir durumdu. Ne konuştuklarını çok merak ediyordu ama Cemşit Amca onu çağırmadığı için yanlarına da gidemiyordu. Konuşmanın bitmesini beklerken “Tarih Ağacı” adını verdikleri ve tek amacının aslında Faruk’un kendisine notu yazan kişiyi bulması olan köşeye gitti. Pek fazla kişi gelmediği için fazla da not bulunmuyordu. Rastgele bir tanesini eline aldı, okumak için, katlanmış olan kâğıdı açtı. Yazı tanıdık gelmeyince ufak bir hayal kırıklığı yaşasa da merakına yenik düşüp kâğıdı okumaya başladı:
Bugün bu dükkândan sevgilim için eski köstekli bir cep saati alıyorum. Çünkü o bunları çok seviyor. 5 yıl sonra o ve çocuğumla buraya geleceğim ve bir saat daha alacağım. Seni seviyorum aşkım.
Leyla Acun – 24.05.13 Saat: 13.55”
Ne kadar sıradan diye geçirdi içinden Faruk. Oysaki çok daha farklı ve güzel şeyler bekliyordu. Umudu kırılmış gibiydi hafiften. Ellerini krem rengi keten pantolonun cebine koydu. Yanaklarına hava doldurup, bıkkın bir şekilde ve yavaş yavaş nefesini havaya karıştırdı. Böyle olmayacağını o da biliyordu. Ama elinden başka bir şey gelmiyordu. Küçük dünyasında sıkışıp kalmıştı. Artık fazla düşünemiyordu. Ne zaman düşünmeye kalksa önüne engeller çıkıyordu. Artık öyle bir raddeye gelmişti ki kendi düşüncelerini çürütür olmuştu. Bu durum oldukça sıkıcı geliyordu. Çünkü zihninde kurduğu şeylere tam inanmaya ve harekete geçirmeye başlayacağı zaman bir başka düşünceyle onu çürütüyor, eksik yanlarını göz önüne seriyordu. O yüzden artık düşünmek bile ona acı verir olmuştu. Bu şekilde düşünemediği için uzun zamandır da yazı yazmaya ara vermişti. Hem konu sıkıntısı çekiyordu hem de iki kelimeyi bir araya getirecek gücü hâlâ kendinde göremiyordu. Bir zamanlar ne de güzel yazardı. Öyle ki kendi yer altı âleminde oldukça bilinen biri isimdi Faruk.  Elleri ceplerinde dükkânın arka tarafında volta atıp düşünmemeyi düşünürken içerideki konuşmanın bitip bitmediğini öğrenmek için kafasını rafların arasından uzatıp baktı. Cemşit Amca iri yarı ve orta yaşlarda olan, Ferhat diye seslendiği ürkütücü adamı dükkândan yolcu ediyordu. Hemen arka taraftan çıktı ve Cemşit Amca’nın yanına gitmek için iki rafın arasından yan dönerek ve biraz da sıkışarak geçti. Tek kaşını yukarıya doğru kaldırarak Cemşit Amca’nın suratına bir bakış attı. Bu bakışla kendisi sormadan Cemşit Amca’nın olanları anlatmasını bekliyordu. İstediği gibi de olmuştu. Cemşit Amca, gözleriyle biraz önce kitapları dizmek için yardım aldığı sandalyeyi getirmesi için işaret etti. Faruk katlanabilir, ahşap ve verniği soyulmuş sandalyeyi getirmek için arkasını döndü. O anda Cemşit Amca’nın cebine bir şey koyduğunu fark etti. Bir an için arkasını dönüp o neydi diye sormayı içinden geçirdiyse de her şeye burnunu sokmanın iyi bir şey olmadığını bildiği için vazgeçti. Arka taraftan sandalyeyi getirdi ve oturdu. Oldukça meraklı olduğu Cemşit Amca’nın ağzına bakan gözlerinden anlaşılıyordu. Cemşit Amca’nın ise suratında bir üzgünlük ifadesi vardı. Faruk’u daha fazla merak içinde bırakmadan yıllanmış dudaklarını araladı ve iç geçirerek anlatmaya başladı:
“ Biraz önce gelen… İsmi Ferhat’tır. Yıllardır bu mahallede kalıyor. Ben bunu çocukluğuna kadar bilirim. Babası da iyi arkadaşımdı, az çilingir sofraları kurmamıştık gençliğimizde. Bu Ferhat da gençken çok yağız bir delikanlıydı. Böyle upuzun boyu kaslı mı kaslı kolları vardı. Öyle heybetliydi ki mahallede ki tüm çocuklar korkardı ondan, kimse ses etmezdi o geçerken. Hani serseri bir çocukta değildi, severdi herkes. Hani derler ya saygının olduğu yerde korku da vardır. Bu duyguyu uyandırırdı herkes de. Gizemli bir çocuktu ama, onu tanımayanlar pek bilmezdi böyle efendi bir çocuk olduğunu, etliye sütlüye karışmadığını. O kadar yakışıklıydı ki kızlar onu görebilmek için pencere pervazlarındaki saksıları sulamak bahanesiyle saatlerce otururdu cam kenarında…” Cemşit Amca gözlerini karşı duvardaki anlamsız, eski bir tabloya dikmişti. Ferhat’ı anlatırken eski anıları gözlerinin önüne geliyordu. O anları özlediği sulanmış gözlerinden açıkça belli oluyordu. Faruk’un merakı iyice artmıştı. Ya Cemşit Amca başka birisinden bahsediyordu ya da gerçekten bu adamın başına bir şeyler gelmişti. Faruk gerçeği ve hikâyenin devamını öğrenmek için can atıyordu. Cemşit Amca gözlerini tablodan ayırdığı anda, Faruk hadi devam et dercesine bir bakış attı ve Cemşit Amca peki dercesine kafasını salladıktan sonra, derin bir iç çekti nefesini daha vermeden devam etti:
“İşte bu bizim oğlan ona yanık o kadar kızın içinde gide gide en imkânsızını buldu. Kızın adı Aynur’du. Masmavi gözleri vardı. Saçları desen buğday sarısıydı. Kızlar nasıl bizim Ferhat’a yanıksa, mahallenin tüm delikanlıları da Aynur’a yanıktı. Aynur o kadar güzeldi ki babası da daha o küçükken bu güzelliğinden başına bir iş gelecek diye onu erkenden evlendirmişti. On yedisinde ki kız otuz beşinde ki bir adamla evliydi işte. Bizim oğlan öylesine yanıktı ki bu kıza artık kapısının önünden ayrılmaz olmuştu. Deli divaneydi, Aynur aşağı Aynur yukarı anlayacağın. Ee tabi böylesine bir aşk duyulmaz olur mu? Herkesin dilinde bir Ferhat bir Aynur. Böyle böyle Aynur’un kocasının da kulağına gitti olay. Nasıl olduysa Ferhat öğrenmiş adamın duyduğunu. Haber yollamış Aynur’a kaçalım bu gece, işte falanca saatte şu dükkâna gel diye. Dükkânda benim dükkân o zamanlar daha yeni açmıştık burayı. Her neyse bunlar sözleşmişler. Ferhat geldi anlattı bana böyle böyle Cemşit Baba yardım et bana diye. Bir şeyler ayarladık bir arkadaşım vardı onları alıp Adana’ya götürecekti. Ferhat beklemeye başladı, başladı ama ne gelen var ne giden. Çaktırmadan ben gidip bir bakayım dedim oralara. Gittim baktım bir kalabalık var evin önünde, koştum daldım aralarına. Bir öğrendim ki Aynur ölmüş. Adam ayyaşın tekiydi, kimse sevmezdi onu mahallede. Bu şerefsiz herif yine içmiş bir de bu olayı duyunca eve gelir gelmez kızı dövmeye başlamış. Öyle bir dövmüş ki adam yorgunluktan bayılmış o bir köşede kız bir köşede yatıyormuş. İşte sağlıkçılar falan gelene kadar da kurtaramamışlar Aynur’u. Geri dükkâna döndüğümde Ferhat’ı bulamadım yerinde. Çok sonradan öğrendim ki yoldan geçenler konuşurken duymuş, dayanamamış, Aynur’a gidebilmek için koşturmaya başlamış deli gibi, sendelemiş tam o anda da şu köşede gördüğün bir kısmı kırık mermer bir taş var ya suratını oraya çarpmış. Burnunda ki derin yara izi o geceden kalma yani. Kafasını oraya vurunca Ferhat beyin kanaması geçirmiş. Birkaç ay komada kaldı, ölecek dediler o yaşadı. Ama artık eskisi gibi değil seninde anladığın gibi. Her sene bu zamanlar buraya gelir, bana Aynur’u sorar. Gelecekti gelmedi mi diye. Akli dengesinin bozuk olduğundan değil, çok sevdiğinden, ölümünü yakıştıramadığından, yoksa çok akıllıdır benim Ferhat’ım. Birde şu mektubu verir bana, ben yokken gelirse verirsin diye…” Hem Cemşit Amca’nın hem de Faruk’un gözleri dolmuştu. Her ikisi de ağlamamak için başlarını sağa sola çeviriyor, dikkatlerini dağıtacak bir şeyler arıyorlardı. Faruk kendisinden utanıyordu, böylesine sevdalı bir adam için düşündüklerini kendisine yakıştıramıyordu. Nasıl bir aşktı bu, aradan yıllar geçmesine rağmen her yıl gelebiliyordu, sorabiliyordu. Sevmek böyle bir şeydi işte, sevmeden önce inanmak gerekiyordu. Aşk dedikleri şeye çok kızıyordu zaman zaman Faruk. Aşk kavramı ona göre artık eski kutsallığını yitirmişti. Belki de “aşk”   Aynur’un ölümüyle beraber toprağa gömüldü ya da Ferhat’ın kalbine… Diye düşündü Faruk. Mektup da neler yazdığını merak ediyordu. Cemşit Amca’da kendisine gelince mektubun içinde ne yazdığını merak ettiğini ve görüp göremeyeceğini sordu. Cemşit Amca’nın yüzü buruştu ve cebindeki sararmış ve en az yüzü kadar buruşmuş kâğıdı çıkarıp Faruk’a uzattı. Faruk kâğıdı büyük bir titizlikle açtı ve gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Kâğıtta eğri büğrü bir el yazısıyla şu cümle yazıyordu:
“Seni seviyorum, eğer sende beni seviyorsan bana geri gel. Ne olur.”
Faruk kâğıdı tekrar katlayıp Cemşit Amca’ya uzattı. Cümle belki edebi bir cümle değildi. Ancak Ferhat ve Aynur’un sevdası hem edebi hem de ebedi olacak bir hikâyeydi. En azından Ferhat’ın Aynur’a olan sevdası. Faruk bir kez daha insanları dışarıdan gördüğü gibi yorumlamamaya yemin etmişti. Bunu bir de Aslı’yı gördüğünde yapmıştı. Ne kadar da soğuk birisi demişti görünce. Bırak bununla arkadaş olmayı, bir dakika bile geçiremem ben demişti. Ama şimdi onunla bir ömür geçirebilmek için Ferhat gibi olmayı bile göze alabilirdi. Eski anılara dalmış ve kendi acısını bu hikâyede bir yerlere oturtmaya çalışırken birden aklına Ferhat dağları delmişti aşkı için bizim Ferhat da kafasını delmiş diye bir düşünce geldi. Önce suratında pis bir sırıtış oluştu. Sonra da kendinden böyle bir şeyi düşündüğü için utandı. Artık kendisine neler olduğunu o da bilmiyordu. İnsanlarla o kadar kopuktu ki onların acısı hakkında bile kendine bir şeyler çıkartabiliyor, sonra da bu şeyleri düşündüğü için kendinden nefret ediyordu. Artık onca merak ettiği ve uğraşma peşinde olduğu şeylerin arasına Ferhat da girmişti. Ona bir şekilde yardım etmek istiyordu. Belki ona gerçeği anlatabilir ve acı da olsa bu gerçekle yaşamasına yardımcı olabilirdi. Ya da başka türlü bir şekilde yardım edebilirdi. Henüz onu bilmiyordu ama bir şekilde olayın içine dâhil olmak istiyordu. Ömrü boyunca hep, hiçbir işe yaramadığını düşünüp durmuştu. Artık elinde o kadar fırsat varken bunları değerlendirip, bir işe yaramak, en azından öyle hissetmek istiyordu. Kimse bilemez diyordu çoğu kez. Kimse bilemez bir işe yarayamamak ne demek. Bir şeye faydalı olamamak. Sadece yaşamak nasıl bir şey kimse bilemez. Attığı her adımda bir çiçek öldürmek, bir karıncayı ezmek, aldığı her nefeste bir çocuğun hakkını yemek ne demek kimse bilemez…
Saat artık geç olmuştu. Cemşit Amca Faruk’u kendi iç tartışmalarından çekerek, artık dükkânı kapatmanın vakti geldiğini söylemişti. Zaten bu kadar şeyden sonra da ikisinin de dükkânda kalası yoktu. Faruk önce ortalığı toplamayı düşünse de bu kararından vazgeçip, temizlik içini sabaha bırakmaya karar verdi. Cemşit Amca eski, deri çantasını kolunun altına sıkıştırıp dükkândan çıktı. Faruk’ da hemen arkasından çıktı ve dükkânı kilitledi. Bugün eve yürüyerek gitmek istiyordu. Hem düşünmek istemiyordu hem de bir şeyleri düşünmeye ihtiyacı vardı. Bu yüzden yürümenin iyi geleceğini düşündü ve yola koyuldu. Aklından bin bir türlü şey geçiyordu. Daha kendi içindeki buhranlarını sonlandıramamıştı. Aslı’nın onu terk edişine hâlâ alışamamıştı. Hâlâ onu görmemek için, onun olabileceği yolları kullanmıyordu. Onu hatırlamamak için beraber olduğu mekânlara yanaşmıyordu, çok sevdiği yerler bile artık onun gitmekten korktuğu yerler hâlini almıştı. Cemşit de ölmüştü. Hayatta en çok güvendiği ve her şeyini bırakabileceği bir dostu da yoktu artık. Yavaş yavaş her şey onu terk etmişti, tüm sevdikleri birer birer yok oluyordu. Daha sonra esrarengiz kız, kimliği belirsiz kişilerden gelen notlar… Çok bunalıyordu Faruk. Artık taşıyamadığına kanaat getirmişti. Yaşamak ona ağır geliyordu ama kolay pes eden birisi değildi. Eve gelmişti, kapının anahtarlarını biraz ceplerini yokladıktan sonra buldu ve kapıyı açıp içeri girdi. Girer girmez direk yatak odasına yöneldi ve kendini yatağa bıraktı. Gözlerini kapatıp uykuya dalmadan önce bir kez daha yineledi:
“ Kazanacağım.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder