VI.
BÖLÜM:
SESSİZ GÜNÜN ÇIĞLIĞI
Gitmek en kolay olandır. Asıl mesele gitmek istediğin yerde, gitmek
istediğin kişi de kalabilmektir. İşte o zaman bir şeyler başarabilmiş olursun.
Yahut gitmek denildiği zaman akla gelen şey nedir? Nedir yani bu gitmek? Gitmek
aslında içinde kalmayı barındıran bir kelimedir. Bir kere gitmek sözcüğünün
içinde “gitme” diye bir şey vardır. Adı üzerinde gitme, kal. Yani kelimenin
özünde bile bir ayrılamama isteği varken, gitmek ne kadar doğru bir şeydir.
Gitti deriz mesela, kaybettiğimize. Ama yapılan fiili çekimlediğimizde gitme
çıkar ortaya. Gitme aslında gitmek, ayrılmak eylemini belirtir. Lakin
baktığımızda içinde gideni göndermeme arzusu beslenir. Şimdi kelimelerin bile
derinlerinde bir yerinde gitme, gitmeme varsa gitmenin manası nedir. İnsanların
kolaya kaçması, kalıp mücadele etmesi yerine ayrılıp uzaklaşması ne kadar
münasip bir durumdur. İşte benim anlam veremediğim de budur.
Faruk eski bir kitabın
arasından çıkan bu yazıyı daha fazla okumadı ve kitabın yeni sahibinin devam
etmesi için tekrar eski yerine koydu. Bu şekilde yaşanmışlıkları olan şeylerde
kaybolmayı, okuduğu her cümlede kendini bulmayı çok seviyordu. O yüzden sık sık
antikacının kitap bölümünde zaman geçiriyordu. Neredeyse bakmadığı kitap
kalmamıştı. Hemen hemen hepsini incelemiş, aralarında önceki sahiplerinin
notları bulunanlara göz gezdirmişti. Yine öyle bir kitap bulmuş ve birini
kaybetmenin acısıyla bir şeyler karalamış birinin yazdığı notu okumuştu. Artık
öyle bir durumdaydı ki okuduğu her şeyde kendini arıyordu. Her olaya kendinden
bir parça katmaya ve olayları kendiyle özdeşleştirmeye başlamıştı. Yaşadığı
olaylar ona ağır geliyordu. Esrarengiz kız, Cemşit’in ölümü, nerden geldiği
belli olmayan notlar, Ferhat’ın durumu yetmiyormuş gibi bir de eski anıları
canlanıyordu daima. Kötü şey diyordu, bir insanla her yeri gezmek. Yarın öbür
gün yollarınız ayrıldığında ayak bastığın her yer sana onu hatırlatıyor. Kafası
çok karışıyordu, zaman zaman içinden çıkamayacağı düşünceler arasında
boğuluyor, birisinin kafasını dağıtması için kendi kendine yakarıyordu. Bir
insan varlığıyla başka bir insanı bu kadar mesut edebilir miydi? Yani nasıl
oluyordu da bir insan başka bir insanın varlığıyla hayat bulabiliyordu. Ondan
öncesini düşünüyordu Faruk. Hayatı ne kadar da sıradandı, tıpkı şimdi olduğu
gibiydi. Tek farkı eskiden aksiyonlu bir yaşam süremiyordu şimdiki gibi… Ona o
kadar kısa zamanda o kadar çok bağlanmıştı ki bir gün yok olacağını aklından
bile geçirmemişti. Adeta o var diye yaşıyordu. Hayatı ona bağlamaya başlamıştı,
gözlerinde tozpembe bir perde vardı her şeye o perdeden bakıyordu sanki.
Düşünüyordu, insanı bir insanın varlığı böyle yaşama sevinciyle dolduruyorsa
yokluğu ne yapardı? Canı çok acıyordu, ne zaman sureti zihninde canlansa
karnına baş edilemez ağrılar saplanıyor, elleri havanın soğukluğuna bakmadan
ter içinde kalıyordu. Birçok kere nefes alamadığına ve yerin ayaklarının
altından kaydığına yemin edebilirdi. Yokluğuna hâlâ alışamıyordu, her gün onu
düşünmekten gece geç saatlere kadar uyuyamıyor, sabahları da rüyalarında onu
görerek uyanıyordu. Çok kez kendini bu amansız ve sonsuz düşüncelerden kurtarmak
için yemin etmiş, ama ruhuna ve bedeni arzularına söz geçirememişti. Artık
kendisi de bu durumdan tükenmişti. Bazen kendini olayların akışına bırakmayı,
artık unutmak için çabalamamayı, hatta bunlardan kurtulabilmek için ölmeyi bile
düşünüyordu. Ancak bu yıkıcı düşüncelerinden çabuk vazgeçiyordu. Yine bu
şekilde kendi düşünceleri içinde boğulup, can yeleği ararken göz attığı
kitaplardan birinde yine kendini bulmuştu. Her geçen gün olduğu gibi bu gün de
bir daha okumamaya söz vererek yerine koyduğu bu eski, içi geçmişin acılarıyla
dolu kitabı raftaki yerine bıraktı.
Cemşit Amca bugün dükkâna
gelmemişti. O yüzden bütün iş kendisine kalmış ve dükkânı çekip çevirmeye
başlamıştı. Yanında kimse olmayınca çok sıkılıyordu, Cemşit Amca’nın
bereketinden midir bilinmez bugün pek müşteri de yoktu. Sandalye de oturmuş
canı sıkılırken gözü yine raflardaki kitaplara kayıyor, sonra da kafasını
tekrar çevirip verdiği sözü hatırlıyordu. Yine aynı şekilde dükkâna göz
gezdirirken içeriye yirmili yaşlarda bir genç girdi. Saçları epey uzundu,
küçücük düğme gibi bir burnu vardı, yüzünde bir tane bile tüy yoktu, saçlarının
arasından biraz görünen kulağının kenarında küpe olduğunu tahmin ettiği bir
pırıltı vardı. Boyu çok uzun değildi ama oldukça zayıftı. Üzerinde İngilizce
yazılar olan siyah bir tişört, altında asker yeşili bir pantolon vardı.
Ayakkabıları sandığı kadarıyla birkaç günlüktü ve bezdi. İçeriye girdikten
sonra Faruk’a ürkekçe bir bakış atarak yanaştı:
“Onun kim olduğunu biliyorum.” Dedi,
sesinde gizemli bir hava vardı.
“Kimin kim olduğunu biliyorsun?”
“O kızın. Hani burada işe başlamadan
bir önceki gün dükkânın önüne kadar kovaladığın sonra elinden kaçırdığın kız
vardı ya işte onun kim olduğunu biliyorum.”
Faruk oldukça şaşırmıştı. Hiç beklemediği bir
anda hiç beklemeyeceği birinden duyduğu bu cümleler onu şoka sokmuştu. Çocuğun
onun kim olduğunu bilmesinden çok o günü, onu nasıl kovaladığını bilmesine
şaşırmış ve merak etmişti:
“ Se-Sen nerden biliyorsun? Kimsin
sen? Onu kovaladığımı nerden biliyorsun?”
“O gün onu ilk fark ettiğin zaman,
bende oradaydım. Elimde broşürler vardı, bizi konuşurken gördün, sonra o
kaçmaya başlayınca sende arkasından gittin. Ben de merak ettim sizi takip ettim.
Sonra da sen buradaki adamla bir şeyler konuştun içeri girdin, bende gittim.”
“Anlayamıyorum, teker teker anlatır
mısın bana, kimdi o, sen onu nereden tanıyorsun? Neden geldin, niye daha önce
değil de şimdi geldin?”
“İsmi İrem, bizim kiracımızdı kendisi.
Daha önce bilmiyordum hiçbir şeyi. Evimizden apar topar taşındı. Ben de o
gittikten sonra evde bir defter buldum. Orada yazıyordu buranın adresi, senin
kim olduğun falan. Bende bunları kafamda birleştirdim, gelip anlatmayı uygun buldum.”
“Bu kadar mı yani ? Beni neden takip
ettiği falan yazmıyor mu orada? Sen biliyor musun peki? Daha fazla bilgi
verebilir misin onun hakkında bana?” Faruk o kadar heyecanlıydı ki genç oğlanı
soru yağmuruna tutuyordu. Bir ipucu yakalamıştı ve belki de birazdan her şey
çözülebilirdi. Heyecanına engel olamıyor, meraklı gözlerle genç çocuğu
sıkıştırıyordu.
“Fazla bir şey bilmiyorum. Aslında
bende meraktan geldim biraz da. Belki sen bir şeyler biliyorsundur diye. Benim
bildiklerim bu kadar umarım sana yardımcı olmuşumdur. He bir de unutmadan
söyleyeyim, sen sormadan. Nereye gittiğini bilmiyoruz. Birden eşyalarını
toplayıp gitti. Şehri terk etmiş diyordu annem ama bana sorarsan sanmam. Onun
seninle bir işi var gibiydi. Bizi gördüğün o günde bana, karşıdaki adama
dikkatle bak Mesut demişti. Tam bakınca sen gördün devamı gelmedi. Neyse bana
müsaade eğer ihtiyacın olursa bana büyük caminin yanındaki sarı evde
oturuyorum, gelirsin. Görüşürüz dostum.” Dedi, uzun saçlı yeni yetme.
Faruk hâlâ duyduklarının etkisi
altındaydı. Elinde hiçbir şey yokken birkaç ipucu bulmuştu. Bunlar pek işe
yarar mıydı, emin değildi ama en azından ismini biliyordu. İrem, ne de güzel
bir isimmiş diye geçirdi içinden. Acaba benimle ne işi var. O gün Cemşit’in
cenazesine Cemşit için değil de acaba benim için mi gelmişti diye düşündü.
Parçaları teker teker birleştirme zamanı gelmişti. İlk defa başladığı bir işi
tamamlamaya bu kadar istekliydi. Bu sefer yarım bırakmayacağını ve işin sonunu
görene kadar çabalayacağına inanıyordu. Midesinde ki buruk ağrı birkaç günün
ardından ilk defa geçer gibi olmuştu. İsmini öğrenmesi bile üzerinden büyük bir
yükün kalkmasını sağlamıştı. Şu not işinin de onunla bağlantısı olduğuna artık
iyice inanmaya başlamıştı. O konunun da üzerine gitmek, aradaki bağlantıyı
ortaya çıkartmayı hedefliyordu. Fakat bugün Cemşit Amca’nın yokluğu ve tek
başına dükkânda kalmasının yanı sıra duydukları da onu hem ruhi hem de fiziki
açıdan oldukça yormuştu. Eve gidip bir duş alıp, hemen yatacağım, artık İrem’in
olayına yarın bakarım diyerek dükkânı kilitledi ve yalnızlığının sarayına doğru
yol aldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder