Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

2 Ağustos 2013 Cuma

Bir Hikaye Denemesi Bölüm VII

VII.                    BÖLÜM: BİR SON VE BİR İLK
                      Sabahın ilk ışıkları perdenin arasından yüzüne vurduğunda rahatsız olmuş olacak ki pencereye arkasını dönmüştü. Bu da yetersiz gelmiş başının altındaki yastığı, başının üstüne getirmişti. Son zamanlarda sık sık olduğu gibi bugün de kendini pek iyi hissetmiyordu. Geçen her günün aksine bugün içindeki sıkıntı daha fazla gibiydi. Zira gece boyunca uyuyamamış yatakta kıvrım kıvrım kıvranmıştı. Ara sıra uykuya dalsa da rüyasında acayip şeyler görüp nefes nefese uyanıyordu. Rüyadan rüyaya atlarken biran önce sabah olması için dualar ederken, şimdi günün ışıması ve uykunun iyice bastırmasıyla zamanın durmasını ve biraz da olsa uyumayı arzuluyordu. Ama yeni bir hayat başlangıcı yapmıştı ve bu hayatta tembellik yoktu. En azından kendi kendine öyle bir söz vermişti tutamayacağını bile bile. Daha öncekilerden daha zor bir şekilde yataktan kalktı, yapılması gereken rutin işleri yaptı ve her zaman ki gibi işe gidebilmek için yola koyuldu. Dükkâna geldiğinde ortada kimsecikler yoktu. Cemşit Amca’nın bugünde gelmeyeceği çıkarımını yaptıktan sonra uzun bir uğraştan sonra dükkânın anahtarlarını buldu, cebinden çıkardı ve kapıyı açtı. İçerde ki eskimiş eşya kokusunu içine çekti. Biraz fazla çekmiş olacak ki ciğerlerine yapışan tozlar yüzünden kısa bir öksürük krizi geçirdi. Hemen arka taraftaki tezgâhta bulunan şişeden bir bardak su doldurdu, bir dikişte bitirdi. Bardağı yerine koydu, dükkânı temizlemek için tezgâhın hemen yanındaki süpürgeyi aldı. Ortalığı yeniden toza dumana kattıktan sonra temizliğini bitirdi. Son zamanlarda pek müşteri gelmiyordu. O yüzden dükkân da oldukça canı sıkılıyordu. Neredeyse okumadığı kitap kalmamıştı. Kendi yeni uğraşlar arıyordu ki birden aklına İrem geldi. Onu nasıl bulabileceği hakkında biraz kafa patlattı. Olayın neresinden tutarsa tutsun bir tarafı elinde kalıyordu. Her düşüncesinde İrem’in kim olabileceği hakkında farklı düşüncelere dalıyordu. Hatta işi o kadar ilerletmişti ki İrem’in Rus veya Amerikan ajanı olabileceğini ve kendisini yok etmek için tutulduğunu bile aklından geçirmişti. Gerçi daha sonra bu düşüncesine öyle bir gülmüştü ki, zaten arada sırada bir gelen müşteriler de onu muhtemelen deli sanarak tuhaf bakışlarla dükkânı terk etmişlerdi.
                       Zaman geçmek bilmedikçe sıkıntısı daha fazla artıyordu Faruk’un. Kendi kendine düşünmekten iyice korkar olmuştu. Neredeyse paranoyak olacaktı, belki de olmuştu da farkında değildi. Aklından tam Ferhat’ın ne zamandır dükkâna uğramadığını geçiriyordu ki Ferhat bir hışımla içeriye girdi. Derin bir yarık olan burnundan adeta alev fışkırıyordu. “Aynur” dedi içeri girer girmez. Elini yumruk şekline getirmişti. Avuçlarının arasında da bir şeyler vardı. Biraz daha dikkatli bakınca onun bir kâğıt parçası olduğunu anladı. Muhtemelen mektuptur diye geçirdi içinden. Ferhat Faruk’a kanlanmış gözleriyle sert bir şekilde bakıyordu. Gözlerini Faruk’un gözlerine dikti. Yumruğunu daha bir sinirli şekilde sıkıyordu. Sol ayağı sabit şekilde sağ ayağını sürüyerek bir adım daha attı ve bu sefer daha yüksek sesle “Aynur” diye bağırdı. “ Aynur’u sen öldürdün… Aynur’u sen öldürdün… Aynur’u sen öldürdün…” durmadan aynı şeyleri tekrarlıyordu. Sağ eli yumruk şeklinde ve içinde bir şeyleri saklarken sol elini de kafasında gezdiriyordu. Kafasını bir ileri bir geri şekilde sallayarak tekrarlamaya devam etti. “ Aynur’u sen öldürdün, katilsin sen katil, pis koca, pis katil seni öldüreceğim…” Faruk olanlara anlam veremiyordu. Ferhat cinnet geçiriyor olmalıydı ve bu cinnetin kurbanı Faruk olabilirdi. Bunu Ferhat’ın gözlerinden okumak için psikolog olmaya gerek yoktu. Uzun zamandır ilk defa böylesine korktuğunu hissetti. Son zamanlarda Tanrı’yla arası iyi gibiydi. İçinden dua etmeye bile başlamıştı. Birazdan kan döküleceğini hissediyordu ki tam o anda Ferhat içeri girdiğinden beri söylediklerini tekrar ederek Faruk’un üzerine yürüdü. Faruk tam kaçacaktı ki tezgâha çarptı. Tam o esnada iri cüssesiyle Ferhat Faruk’u kavradığı gibi kaldırdı ve bir metre kadar öteye fırlattı. Faruk’un sanki dili tutulmuştu bir şey diyemiyordu. Sadece ağzından sessiz bir şekilde “ Dur, yapma! O ben değildim.” Cümlesi dökülebildi. Ama Ferhat’ın gözü dönmüştü. Hiçbir şeyi duymuyor gibiydi. Sadece Faruk’a odaklanmıştı ve onu tekrar yerden kaldırıp tezgâha dayadı. Avucunun içindeki kâğıt yere düşmüştü. Sol eliyle Faruk’u tezgâha dayıyorken, sağ elini tekrar yumruk haline getirdi ve Faruk’un sol kulağının tam altına sertçe yerleştirdi. Yumruğun acısı daha Faruk’un beynine iletilmemişken Ferhat ikinci yumruğu burnuna indirdi. Bu sefer Faruk burnundan kan geldiğini hissedebiliyordu. Canı çok fazla yanıyordu. Ferhat ağzından salyalar saçarak “ Aynur’u sen öldürdün.” Diye bağırmaya devam ediyordu. Faruk ölümle yüz yüze geldiğinin farkındaydı. Öldürücü darbenin ne zaman geleceğini merak ediyordu. Ölümünün bir gün bir insanın elinden olacağını hiç tahmin etmiyordu. Kendi kendine ben yazar hastalığından giderim herhalde diyip dururdu. Ama hiç de öyle olmayacağa benziyordu. Aklından ölüm düşüncesi geçerken Ferhat yumrukları daha aşağıya kaydırmış ve Faruk’un kaburgalarını kırmak için hamleler yapmaya başlamıştı. Tam o esnada Faruk bir an gözünü açtı ve tezgâhta duran su bardağını gözüne kestirdi. Ölmek istemiyordu. Daha doğrusu ölümle yüz yüze gelince yaşamanın ne denli tatlı bir şey olduğunun farkına varmıştı. Sol eliyle tezgâhtaki bardağa uzandı. Can havliyle nereye vuracağını kestirmeden elini salladı ve bardak Ferhat’ın sağ boyun kısmına gelmişti. Çarpmanın etkisiyle bardak parçalanmış ve birkaç parçası Ferhat’ın boğazına saplanmıştı.  Bardaktan bir parça Ferhat’ın şah damarına denk gelmiş olacaktı ki Ferhat Faruk’u bırakarak ellerini boynuna götürmüştü. Ortalık adeta kan gölüne dönmüştü. Boynundan öyle çok kan fışkırıyordu ki Faruk o görüntüye bakmaktan bardak kırıldıktan sonra eline batan cam parçalarını hissetmiyordu. Ferhat dizlerinin üstüne çöktü. Gözleri kaymaya başlamıştı. Dizlerinin üstüne çöktükten sonra yavaş yavaş vücudunun sağ tarafına doğru yatmaya başladı. Sanki ağır bir çekimdeymiş gibi yere düştü. Sol eli titriyor, kan banyosu içinde can çekişiyordu. Faruk, Ferhat’ın yerde yatan, can çekişmekte olan bedenine bakakaldı. Biraz önce ölmeyi düşünürken, kendi bedeninin dünyada var edebilmek için başka birinin bedenini toprakta çürümeye sevk etmişti. Yaşama içgüdüsü böyle bir şey olmalıydı. Daha önce tabiri caizse karıncayı bile incitmeyen bir insan dünyada nefes almaya devam edebilmek için başka bir insanın canını almak üzereydi. Dergi de defalarca yazılarında bu insanları lanetlemiş, can almanın bedelinin her iki dünya da da ağır olacağından söz etmişti. Şimdi kendisi de lanetlediği o insanlar arasına adım atmak üzereydi. Üstü başı kan olmuştu. Elleri ve bacakları titriyordu. Bilinci bir anlığına kapanmıştı ama yavaş yavaş kendine geliyordu. Ne yapmasına karar vermesi gerekliydi. Zira fazla zamanı yoktu. Her an birisi içeri girebilir ve manzarayı görebilirdi. Kafasını bir sağa bir de sola salladıktan sonra Ferhat’ın artık eli titremeyen bedenine son bir kez baktıktan sonra dükkânın anahtarlarını masanın üzerinden alarak dışarı çıkmaya niyetlendi. Tam dışarıya doğru bir adım atacaktı ki üstünün başının kan içinde olduğunu fark etti. Hemen görü döndü ve tekrar kan gölünün üzerinden geçerek tezgâha yöneldi. Musluğu açtı önce elini, kollarını sonra da yüzünü yıkadı, arka tarafa geçti. Cemşit Amca’nın eskilerinin bulunduğu torbayı açıp oradan beli oldukça bol bir pantolon ve yakaları eskimiş bol bir gömlek bulup üstüne geçirdi. Çok komik görünüyordu ancak bu şu an için umurunda değildi. Düşündüğü tek şey bir an önce bu ortamdan uzaklaşmaktı. Ayakkabılarını da üzerinden çıkardığı kanlı tişörtün temiz kalan yerleriyle sildikten sonra kanlı kıyafetlerini eskilerin bulunduğu torbaya doldurdu. Torbayı geri eski yerine hiç el değmemiş gibi koydu, dükkânı kilitleyerek ürkek adımlarla uzaklaştı. Cadde de yürürken sanki herkesin bakışları onun üzerindeydi. O öyle hissediyordu. İnsanların en az olduğu yerleri tercih ederek yürümeye devam etti. Nereye gideceği hakkında da en ufak bir fikri yoktu. Kalbi öylesine hızlı atıyordu ki biraz sonra ağzından fırlayabilirdi. Uzun bir süre nereye gideceğini bilmeden yürüdükten sonra ıssız bir parka girdi. Ellerinde cep telefonuyla müzik dinleyen üç erkek çocuğunun dışında kimse yoktu. En köşedeki banka geçip oturdu. Burada biraz oturup ne yapacağını planlaması gerekiyordu. En büyük temennisi de Ferhat’ın cesedinin yarına kadar bulunmamasıydı. Yoksa hemen yakalanabilirdi. Vicdanı henüz harekete geçmemişti. Korku acıma duygusunu da vicdanını da bastırıyordu. Yaşama isteği insana neler yaptırıyor diye düşünüyordu. Bir insan öldürmüştü ve artık kaçak bir hayat sürecekti. Ancak nereye gideceği, kimin yanına sığınacağı hakkında aklına hiçbir şey gelmiyordu. Cemşit Amca’yı geçirdi bir an aklından. Ama onun gibi bir insan Faruk’u hemen ele verirdi. Onun asla öğrenmemesi gerekti. Adam ona güvenmişti ama o adamın dükkânında adamın sevdiği birisinin canını almıştı. Hala olayın şokunu atlatamamıştı. Bir an için Cemşit’i geçirdi aklından. O hayatta olsaydı kesinlikle onu yarı yolda bırakmazdı. Ona arka çıkar, desteğini esirgemezdi. Çünkü kardeşti onlar, hatta kardeşten de öte… Düşüncelerinden ve iç konuşmalarından sıyrılarak kafasını ellerinin arasına aldı. Başını hafifçe eğip düşünmeye başladı. Önce şu üstündekilerden kurtulmalıydı. Çünkü üstündeki kıyafetler onu hemen ele verebilirdi. Yaşının çok üzerinde giyinmiş ve şüpheli hareketler yapan titrek ve korkak bir genç. Daha fazla geç olmadan eve gidip birkaç parça eşya alıp buraları terk etmeliyim diye düşündü ve bir hışımla ayağa kalktı.
                                    Zaman kaybetmeden eve gidebilmek için parkın köşesinde bulunan taksi durağından bir taksi tuttu. Taksici orta yaşlarda sarı saçlı, uzun burunlu ve dudağının tam ortasında koca bir ben bulunan bir adamdı. Faruk’a nereye gideceğini sordu. Faruk evi tarif ettikten sonra, adamın Karadeniz şivesiyle sohbete girişme çabalarını sonuçsuz bıraktı. Olayın şokuyla şoföre bir şeyler belli etmekten korkuyordu. Şoförün sohbet ısrarı sonrasında sert bir şekilde “ İşine bak!” dedi. Bu sert çıkıştan sonra şoför ağzını bile açmadan Faruk’u gideceği yere kadar götürdü. Faruk şoförün parasını hemen verip üstünü almayı bile beklemeden arabadan indi. Elini cebine attı, zor da olsa anahtarları çıkarttı. Kapıyı açarken elinin kesildiğini ve tekrar kanlar içinde kaldığını fark etti. İçeriye girdi. Daha birkaç saat önce bu evden tek sıkıntısı işe gitmek olan birisi olarak çıkmıştı. Şimdi ise bir katil olarak geri dönmüştü. Elleri tekrar titremeye başlamıştı. Kendini hemen tekli koltuğun üzerine attı. Kanlı ellerini yüzüne kapattı ve son birkaç saat içinde yaşanılanları aklından geçirdi. Artık vicdanı yavaş yavaş etkin olmaya başlamıştı. En sonunda dayanamadı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder