Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

8 Ağustos 2013 Perşembe

Bir Hikaye Denemesi Bölüm VIII

VIII.                    BÖLÜM:  KENDİNDEN KAÇIŞ
                                                                 Faruk ellerini yüzüne kapatmış ağlamaya devam ediyordu. Bir çeşit transa girmiş gibiydi. Gözlerinden akan yaşlar yüzünü epeyce ıslatmıştı. Hatta bazı damlalar süzülürken yüzünün belirli bölümlerini kaşındırmış olmalıydı ki  o damlaları Cemşit Amca’nın torbasından aldığı gömleğin koluna siliyordu. Gömleğin kol kısmı damlalar yüzünden sırılsıklam olmuştu. Ellerini yüzünden çekti, artık ağlamayı kesmiş, sadece burnunu çekmeye ve arada bir hıçkırmaya başlamıştı. Başında inanılmaz korkunç bir ağrı vardı. Bir süre daha koltukta oturmaya devam etti. Bakışlarını karşısındaki boş duvara sabitlemiş, olanları ve olacakları tekrar gözden geçiriyordu. Birkaç saat önce istemeden de olsa birisini öldürmüştü. Bir karar vermesi gerekiyordu. Ya vicdanına yenilip gidip teslim olacaktı ya da bir hâl çaresini bulana kadar kaçak hayatı yaşayacaktı. Artık bu evde hatta bu şehirde kalamazdı. Hızlı karar vermesi gerekiyordu. Ancak kararsız bir yapıya sahip olduğu için sık sık karar değiştiriyordu. Kâh koltuktan kalkıyor, eline telefonu alıyordu kâh sırt çantasını aramak için yatak odasına yöneliyordu. Bir şeyleri berbat etmeden de karar vereceğe benzemiyordu. İşe ilk önce duşa girmekle başladı. Üzerindeki kan lekelerini temizlemeliydi, onları gördükçe daha kötü oluyordu. Üzerindekileri çıkartıp duşa girdi, bir ağlama krizi de duşta geçirdikten sonra, çıktı üstünü giyindi. Cemşit Amca’nın kıyafetlerinden kurtulması gerekiyordu. Ama önce şu elindeki yarayla ilgilenmeliydi. Suyun etkisiyle de kesikler iyice açılmıştı ve korkunç bir acı veriyordu. Yatak odasında bulunan komodinin çekmecesinden bir parça sargı bezi ve tentürdiyot alarak tekrar banyoya döndü. Açık olan yaraya biraz tentürdiyot döktü ve sıvının derisinin arasına girmesiyle çığlık atması bir oldu. O acıyı yaşarken aklına birkaç saat önce yaptıkları geldi. Kendisi daha ufak bir kesikte bile bu kadar bağırabiliyordu. Ama bir insanı gözünü kırpmadan öldürebilmişti. O koca dev Ferhat’ın dizlerinin üstüne çöküşü ve ağır çekimde yere devrilişi gözlerinin önünde tekrarlanıp duruyordu.
                             Elindeki yaraya pansuman işini bitirdikten sonra, eline bir makas alarak üzerinden çıkarttığı kıyafetleri parçalamaya başladı. Hepsini küçük küçük parçalara ayırdıktan sonra parçaları alıp banyo lavabosuna bıraktı. Buzdolabından, sıcak yaz günleri ferahlamak için koyduğu kolonyayı çıkarttı, kıyafet parçalarının üzerine döktü. Parçalardan birisini alıp banyodaki çamaşır makinesinin üzerinde ki çakmakla tutuşturdu. Çakmağı daha önceleri milattan kalma şofbeni tutuşturmak için kullanıyordu ve bir kez daha işe yaramıştı. Elbise parçaları lavaboda yok olurken o da çantasını hazırlamak için odaya doğru yöneldi. Aslı ile gitmeye yeltendikleri ve ayrılmalarıyla suya düşen kamp planı için aldığı askeri yeşil kamp çantasını yatağın altından çıkarttı. Hiç işe yaramayacağını düşünüyordu ama günü gelmişti ve bir işe yarayabilirdi. Dolaptan birkaç parça giyecek bir şeyler koydu. Birkaç parça da iç çamaşırı. Sanki bir yaz kampına gidiyormuş gibi diş fırçası, tarak, deodorant, havlu gibi nerede kullanabileceğini bilmediği eşyaları da çantasına yerleştirmişti. Daha başka ne koyabilirim diye düşünürken gözü kütüphanesinin rafındaki Cemal Süreya’nın Sevda Sözleri’ne ilişti. Bu kitabı çok severdi ve onunda yanında olması gerektiğini düşündü. Kütüphanesinin rafındaki kitabı alırken ayağı alttaki dolap kapağına takıldı ve kapak açılır açılmaz içindeki büyük kutu yere düştü. Düşen kutunun içindeki gereksiz birkaç parça eşyanın arasında duran, içinde dergide yayımlanan kendi ve amatör yazarların yazılarının bulunduğu usb bellek ve Cemşit’in intiharından sonra ona verilen siyah kaplı telli defter dikkatini çekti. Bu iki önemli hatırayı da yanına alma ihtiyacı hissetti. Ayrı olarak o usb bellek onun için önemli bir yer taşıyordu. Çünkü içinde yıllar yılı gelişimini gösteren yazılar ve okumaktan hoşlandığı amatör hikayeler vardı. Hem daha Cemşit’in defterini okumamıştı da. Kim bilir onun içinde ne sırlar saklıydı…
                          Çanta artık hazırdı, ancak unuttuğu bir şey vardı ki Cemşit’in zor durumlar için cüzdanının kullanmadığı bir köşesinde sakladığı 200 Tl’si dışında beş kuruşu yoktu. Bu para da ona ancak bir hafta yetebilirdi. Daha ne kadar kaçak olarak yaşayacağını bilmiyordu ve aklına bu durum gelince iyice karamsarlığa kapılmıştı. Umutsuzca kendini koltuğa bıraktı. Bir çareye daha ihtiyacı vardı. Sağ elini baş ve işaret parmakları arasında sıkıştırdığı kafasının içinde bir şeyler dönüyordu.
                            Kendi kendisine birden “ Mesut” dedi seslice.
                            “Mesut ağabeyi arayıp ondan borç isteyebilirim. Şu anda yurt dışında olmalı zaten, hiçbir şey söylemem.” Çareyi bulduğunu düşünüyordu. Telefon rehberinden Mesut Kür’ü bulup arama tuşuna bastı.  Telefonun çalmaya başlamasıyla içinde tarifi mümkün olmayan, korku ve heyecanla karışık bir duygu vardı. Telefonu tok bir sese sahip, muhtemelen 45-50 yaşlarında, düzgün Türkçe konuşan birisi açtı.
                             “Alo, Faruk sen misin? Öğrendin demek kim söyledi sana ? Ramazan mı söyledi yoksa? Yahu onun da ağzında bakla ıslanmıyor, güya sürpriz yapacaktık.”  Faruk bir terslik olduğunu anladı. Telefonu kapatıp kapatmamak arasında kaldı ama kapatmayım konuşmayı tercih etti.
                           “ Mesut ağabey benim Faruk. Nasılsın ağabey iyi misin? Ben öyle ne yapıyorsun diye bir arayım dedim. Ses seda yok senden falan diye. Bir de bir isteğim olacaktı ağabey senden. Biliyorsun Cemşit rahmetli oldu. Başımıza bir sürü iş geldi, ben de biraz tatile çıkayım dedim. Evdeki hesap çarşıya uymayınca Ankara’da mahsur kaldım. Yani ağabey eğer varsa senden 4-5bin Tl falan borç isteyecektim. Burada biraz açıldım da.” Faruk söylediği yalanın ne kadar gerçek dışı olduğunun farkındaydı. Ancak bu streste aklına başka bir şey gelmemişti. Mesut bir süre telefonda ses çıkartmadan bekleyince Faruk anladığını düşündü. Sonunda Mesut konuşmaya başladı.
                     “Dostum hayırdır başına bir iş gelmedi ya? Bir de biliyorsun ben Somali deydim. Daha yeni döndüm ve yarın geri gideceğim. Bütün birikimi orada yedim. Orada yeni bir iş almak üzereyim ben de beş parasız kaldım yani. Biliyorsun olsa hemen vereyim ama bende de yok. Ama istersen…” Mesut daha sözünü bitirmeden Faruk telefonu kapatmıştı. Adamın lafı daha ağzında daha fazla gevelemesine fırsat vermemişti. Çare olarak gördüğü bir kapı daha suratına kapanmıştı. Artık yardım isteyeceği kimsesi de kalmıştı. Bir an Ruslan’ı aramayı düşündü ama o da şimdi Rusya’da olmalıydı. Onu da bu işin içine bulaştırmaya hiç gerek yoktu ve eğer başı daha fazla sıkışırsa onu aramayı aklının bir köşesine not etti.
                        Faruk telefonu pantolonunun cebine koyduktan sonra izlediği bir film aklına geldi. Orada bir kaçak, telefon görüşmesi yapıyor ve polisler onu bu konuşma sayesinde takip ederek yerini buluyor ve yakalıyorlardı. Kendisi de böyle bir şeye kurban gitmek istemiyordu. O yüzden telefonunu tekrar pantolonun cebinden çıkarttı. İçinden önemli ve işe yarayan birkaç numarayı çantasına attığı defterlerden birisinin arka sayfasına yazdı. Sonra telefonun içinde bulunan küçük sim kartını çıkarttı ikiye kırıp banyo da hâlâ yanmaya devam eden elbise parçalarının üzerine attı. Evde oldukça zaman kaybetmişti, artık ayrılması gerekiyordu. Birileri dükkana gitmiş, Ferhat’ın cansız bedenini yerde yatarken görmüş olabilirdi. Lavabodaki kül olmuş elbise parçalarını elleriyle alıp tuvalete attıktan sonra sifonu çekti ve onlardan kurtuldu. Evine son bir kez göz gezdirirken tablet bilgisayarını almayı unuttuğunu gördü. Bilgisayar onun için önemli bir ihtiyaç olabilirdi, artık her köşe başında internet vardı ve kendisi internet sayesinde belki hakkında birkaç bilgiye bile ulaşabilirdi. Bilgisayarı da çantasına yerleştirdikten sonra kapıyı çekti, alışkanlık olarak kapıyı kitledikten sonra evden ayrıldı.
                         Sırtında sırt çantası, başında korkunç bir ağrı ve korkulu bir ifadeyle sokağa atılmıştı. Bütün gözleri yüzünde hissediyordu. Yola çıkmıştı fakat bir plan yapmış değildi. Tek isteği buralardan uzaklara gitmek ve kendini biraz da olsa güvende hissetmekti.Cadde de insanların az bulunduğu tarafları tercih ediyor, genelde ıssız sokaklarda yürüyordu. Kimselerin olmadığı tenha sokaklarda gezinirken, zihninde hâlâ birkaç saat öncesini canlandırıyordu. Her ne kadar bu düşünceyi zihninden uzaklaştırmak istese de dönüp dolaşıp yine aynı görüntüye saplanıp kalıyor ve bununla beraber bir ürpermeye sahip oluyordu. Hava kararmak üzereydi, rüzgarın da etkisiyle biraz serinlemişti. Hâlen nereye gideceğine karar verememişti. Otele gitmek hem tehlikeliydi hem de cebindeki tüm parasını bir gece konaklamak için veremezdi. Şehir de yanına sığınabileceği kimse de yoktu. Daha önceleri Cemşit ile sokakta sabahladıkları oluyordu ama o zaman da arabanın içinde ısınabiliyordu. Şimdi öyle bir imkanı da, arkadaşı Cemşit de yoktu. Zaten yalnız olan hayatı iyice yalnızlaşmıştı ve bu yalnızlık beraberinde karanlığı da getirmişti.
                      Uzunca bir yol yürüdükten sonra yaşadığı muhitten epeyce uzaklaşmıştı. Tanıdık gelen yüzler ve tanıdık gelen mekânları geride bırakmıştı. Şimdi geceyi geçirecek bir yer bulmalıydı. Bu gece uyuyamayacağını biliyordu. Yani uyumaya imkanı olan bir yer bulsa bile gözüne uyku girmeyeceğinin farkındaydı. Sabahçı kahvelerinden birinde oturup, geceyi orada geçirmeyi, bu süre zarfında da önündeki zaman dilimi için bir plan yapmayı düşündü ve düşüncelerini faaliyete geçirmek için açık bir kahvehane aramaya başladı. İki yanında birbirine bitişik yapılmış eski ve yıpranmış gecekonduların bulunduğu bayırlı sokaktan aşağı doğru kafasındaki bin bir düşünceyle inmeye başladı. Derinden gelen sesleri takip ederek caddeye çıktı. Hava iyice karardığı için sokak lambaları yanmış, arabalar farlarını açmıştı. Uzaktan hızla gelen arabanın farı gözüne gelince bir anda kolunu yüzüne kapattı. Birkaç saattir karanlık sokaklarda turladığı için ışığa hemen alışamamıştı. Saatlerdir yürümenin ve bugün boyunca yaşadığı stres açlıkla birleşmişti. Kendisini çok yorgun hissediyordu, her an caddenin ortasında düşüp bayılacağımdan endişeleniyordu. Biraz acele etmeliyim diye düşündü. Caddenin kendisine göre solundan ilerleyerek açık bir kahvehane aramaya başladı. Birkaç metre ilerde caddenin karşı tarafında bir tane gördü ve oraya gidebilmek için ilerledi. Tam karşıya geçiyordu ki arkasından ince ve titrek bir bayan sesi:

                           “Faruk” diye seslendi. Sesin geldiği tarafa kafasını çevirdiğinde kimi göreceğini tahmin bile edemiyordu. O birkaç saniyelik zaman dilimi içerisinde aklından bir sürü isim kayıp geçti. Hatta bunların arasında çok uçuk bile olsa Aynur ismi de vardı. Arkasını döndü ve hiç beklemediği bir yüzle karşılaştı.  Bu beklenmedik kişi, günün yorgunluğu ve saatlerdir bir şey yememesi birleşerek Faruk’u bitirmişti. Ayaklarının ve ellerinin titrediğini hissetti, gözleri kararıyordu, biraz önce çok net gördüğü siluet mozaikleşmişti, süliete doğru birkaç adım attıktan sonra yere yığıldı ve bilinciyle beraber gözleri de kapanmıştı.

2 Ağustos 2013 Cuma

Bir Hikaye Denemesi Bölüm VII

VII.                    BÖLÜM: BİR SON VE BİR İLK
                      Sabahın ilk ışıkları perdenin arasından yüzüne vurduğunda rahatsız olmuş olacak ki pencereye arkasını dönmüştü. Bu da yetersiz gelmiş başının altındaki yastığı, başının üstüne getirmişti. Son zamanlarda sık sık olduğu gibi bugün de kendini pek iyi hissetmiyordu. Geçen her günün aksine bugün içindeki sıkıntı daha fazla gibiydi. Zira gece boyunca uyuyamamış yatakta kıvrım kıvrım kıvranmıştı. Ara sıra uykuya dalsa da rüyasında acayip şeyler görüp nefes nefese uyanıyordu. Rüyadan rüyaya atlarken biran önce sabah olması için dualar ederken, şimdi günün ışıması ve uykunun iyice bastırmasıyla zamanın durmasını ve biraz da olsa uyumayı arzuluyordu. Ama yeni bir hayat başlangıcı yapmıştı ve bu hayatta tembellik yoktu. En azından kendi kendine öyle bir söz vermişti tutamayacağını bile bile. Daha öncekilerden daha zor bir şekilde yataktan kalktı, yapılması gereken rutin işleri yaptı ve her zaman ki gibi işe gidebilmek için yola koyuldu. Dükkâna geldiğinde ortada kimsecikler yoktu. Cemşit Amca’nın bugünde gelmeyeceği çıkarımını yaptıktan sonra uzun bir uğraştan sonra dükkânın anahtarlarını buldu, cebinden çıkardı ve kapıyı açtı. İçerde ki eskimiş eşya kokusunu içine çekti. Biraz fazla çekmiş olacak ki ciğerlerine yapışan tozlar yüzünden kısa bir öksürük krizi geçirdi. Hemen arka taraftaki tezgâhta bulunan şişeden bir bardak su doldurdu, bir dikişte bitirdi. Bardağı yerine koydu, dükkânı temizlemek için tezgâhın hemen yanındaki süpürgeyi aldı. Ortalığı yeniden toza dumana kattıktan sonra temizliğini bitirdi. Son zamanlarda pek müşteri gelmiyordu. O yüzden dükkân da oldukça canı sıkılıyordu. Neredeyse okumadığı kitap kalmamıştı. Kendi yeni uğraşlar arıyordu ki birden aklına İrem geldi. Onu nasıl bulabileceği hakkında biraz kafa patlattı. Olayın neresinden tutarsa tutsun bir tarafı elinde kalıyordu. Her düşüncesinde İrem’in kim olabileceği hakkında farklı düşüncelere dalıyordu. Hatta işi o kadar ilerletmişti ki İrem’in Rus veya Amerikan ajanı olabileceğini ve kendisini yok etmek için tutulduğunu bile aklından geçirmişti. Gerçi daha sonra bu düşüncesine öyle bir gülmüştü ki, zaten arada sırada bir gelen müşteriler de onu muhtemelen deli sanarak tuhaf bakışlarla dükkânı terk etmişlerdi.
                       Zaman geçmek bilmedikçe sıkıntısı daha fazla artıyordu Faruk’un. Kendi kendine düşünmekten iyice korkar olmuştu. Neredeyse paranoyak olacaktı, belki de olmuştu da farkında değildi. Aklından tam Ferhat’ın ne zamandır dükkâna uğramadığını geçiriyordu ki Ferhat bir hışımla içeriye girdi. Derin bir yarık olan burnundan adeta alev fışkırıyordu. “Aynur” dedi içeri girer girmez. Elini yumruk şekline getirmişti. Avuçlarının arasında da bir şeyler vardı. Biraz daha dikkatli bakınca onun bir kâğıt parçası olduğunu anladı. Muhtemelen mektuptur diye geçirdi içinden. Ferhat Faruk’a kanlanmış gözleriyle sert bir şekilde bakıyordu. Gözlerini Faruk’un gözlerine dikti. Yumruğunu daha bir sinirli şekilde sıkıyordu. Sol ayağı sabit şekilde sağ ayağını sürüyerek bir adım daha attı ve bu sefer daha yüksek sesle “Aynur” diye bağırdı. “ Aynur’u sen öldürdün… Aynur’u sen öldürdün… Aynur’u sen öldürdün…” durmadan aynı şeyleri tekrarlıyordu. Sağ eli yumruk şeklinde ve içinde bir şeyleri saklarken sol elini de kafasında gezdiriyordu. Kafasını bir ileri bir geri şekilde sallayarak tekrarlamaya devam etti. “ Aynur’u sen öldürdün, katilsin sen katil, pis koca, pis katil seni öldüreceğim…” Faruk olanlara anlam veremiyordu. Ferhat cinnet geçiriyor olmalıydı ve bu cinnetin kurbanı Faruk olabilirdi. Bunu Ferhat’ın gözlerinden okumak için psikolog olmaya gerek yoktu. Uzun zamandır ilk defa böylesine korktuğunu hissetti. Son zamanlarda Tanrı’yla arası iyi gibiydi. İçinden dua etmeye bile başlamıştı. Birazdan kan döküleceğini hissediyordu ki tam o anda Ferhat içeri girdiğinden beri söylediklerini tekrar ederek Faruk’un üzerine yürüdü. Faruk tam kaçacaktı ki tezgâha çarptı. Tam o esnada iri cüssesiyle Ferhat Faruk’u kavradığı gibi kaldırdı ve bir metre kadar öteye fırlattı. Faruk’un sanki dili tutulmuştu bir şey diyemiyordu. Sadece ağzından sessiz bir şekilde “ Dur, yapma! O ben değildim.” Cümlesi dökülebildi. Ama Ferhat’ın gözü dönmüştü. Hiçbir şeyi duymuyor gibiydi. Sadece Faruk’a odaklanmıştı ve onu tekrar yerden kaldırıp tezgâha dayadı. Avucunun içindeki kâğıt yere düşmüştü. Sol eliyle Faruk’u tezgâha dayıyorken, sağ elini tekrar yumruk haline getirdi ve Faruk’un sol kulağının tam altına sertçe yerleştirdi. Yumruğun acısı daha Faruk’un beynine iletilmemişken Ferhat ikinci yumruğu burnuna indirdi. Bu sefer Faruk burnundan kan geldiğini hissedebiliyordu. Canı çok fazla yanıyordu. Ferhat ağzından salyalar saçarak “ Aynur’u sen öldürdün.” Diye bağırmaya devam ediyordu. Faruk ölümle yüz yüze geldiğinin farkındaydı. Öldürücü darbenin ne zaman geleceğini merak ediyordu. Ölümünün bir gün bir insanın elinden olacağını hiç tahmin etmiyordu. Kendi kendine ben yazar hastalığından giderim herhalde diyip dururdu. Ama hiç de öyle olmayacağa benziyordu. Aklından ölüm düşüncesi geçerken Ferhat yumrukları daha aşağıya kaydırmış ve Faruk’un kaburgalarını kırmak için hamleler yapmaya başlamıştı. Tam o esnada Faruk bir an gözünü açtı ve tezgâhta duran su bardağını gözüne kestirdi. Ölmek istemiyordu. Daha doğrusu ölümle yüz yüze gelince yaşamanın ne denli tatlı bir şey olduğunun farkına varmıştı. Sol eliyle tezgâhtaki bardağa uzandı. Can havliyle nereye vuracağını kestirmeden elini salladı ve bardak Ferhat’ın sağ boyun kısmına gelmişti. Çarpmanın etkisiyle bardak parçalanmış ve birkaç parçası Ferhat’ın boğazına saplanmıştı.  Bardaktan bir parça Ferhat’ın şah damarına denk gelmiş olacaktı ki Ferhat Faruk’u bırakarak ellerini boynuna götürmüştü. Ortalık adeta kan gölüne dönmüştü. Boynundan öyle çok kan fışkırıyordu ki Faruk o görüntüye bakmaktan bardak kırıldıktan sonra eline batan cam parçalarını hissetmiyordu. Ferhat dizlerinin üstüne çöktü. Gözleri kaymaya başlamıştı. Dizlerinin üstüne çöktükten sonra yavaş yavaş vücudunun sağ tarafına doğru yatmaya başladı. Sanki ağır bir çekimdeymiş gibi yere düştü. Sol eli titriyor, kan banyosu içinde can çekişiyordu. Faruk, Ferhat’ın yerde yatan, can çekişmekte olan bedenine bakakaldı. Biraz önce ölmeyi düşünürken, kendi bedeninin dünyada var edebilmek için başka birinin bedenini toprakta çürümeye sevk etmişti. Yaşama içgüdüsü böyle bir şey olmalıydı. Daha önce tabiri caizse karıncayı bile incitmeyen bir insan dünyada nefes almaya devam edebilmek için başka bir insanın canını almak üzereydi. Dergi de defalarca yazılarında bu insanları lanetlemiş, can almanın bedelinin her iki dünya da da ağır olacağından söz etmişti. Şimdi kendisi de lanetlediği o insanlar arasına adım atmak üzereydi. Üstü başı kan olmuştu. Elleri ve bacakları titriyordu. Bilinci bir anlığına kapanmıştı ama yavaş yavaş kendine geliyordu. Ne yapmasına karar vermesi gerekliydi. Zira fazla zamanı yoktu. Her an birisi içeri girebilir ve manzarayı görebilirdi. Kafasını bir sağa bir de sola salladıktan sonra Ferhat’ın artık eli titremeyen bedenine son bir kez baktıktan sonra dükkânın anahtarlarını masanın üzerinden alarak dışarı çıkmaya niyetlendi. Tam dışarıya doğru bir adım atacaktı ki üstünün başının kan içinde olduğunu fark etti. Hemen görü döndü ve tekrar kan gölünün üzerinden geçerek tezgâha yöneldi. Musluğu açtı önce elini, kollarını sonra da yüzünü yıkadı, arka tarafa geçti. Cemşit Amca’nın eskilerinin bulunduğu torbayı açıp oradan beli oldukça bol bir pantolon ve yakaları eskimiş bol bir gömlek bulup üstüne geçirdi. Çok komik görünüyordu ancak bu şu an için umurunda değildi. Düşündüğü tek şey bir an önce bu ortamdan uzaklaşmaktı. Ayakkabılarını da üzerinden çıkardığı kanlı tişörtün temiz kalan yerleriyle sildikten sonra kanlı kıyafetlerini eskilerin bulunduğu torbaya doldurdu. Torbayı geri eski yerine hiç el değmemiş gibi koydu, dükkânı kilitleyerek ürkek adımlarla uzaklaştı. Cadde de yürürken sanki herkesin bakışları onun üzerindeydi. O öyle hissediyordu. İnsanların en az olduğu yerleri tercih ederek yürümeye devam etti. Nereye gideceği hakkında da en ufak bir fikri yoktu. Kalbi öylesine hızlı atıyordu ki biraz sonra ağzından fırlayabilirdi. Uzun bir süre nereye gideceğini bilmeden yürüdükten sonra ıssız bir parka girdi. Ellerinde cep telefonuyla müzik dinleyen üç erkek çocuğunun dışında kimse yoktu. En köşedeki banka geçip oturdu. Burada biraz oturup ne yapacağını planlaması gerekiyordu. En büyük temennisi de Ferhat’ın cesedinin yarına kadar bulunmamasıydı. Yoksa hemen yakalanabilirdi. Vicdanı henüz harekete geçmemişti. Korku acıma duygusunu da vicdanını da bastırıyordu. Yaşama isteği insana neler yaptırıyor diye düşünüyordu. Bir insan öldürmüştü ve artık kaçak bir hayat sürecekti. Ancak nereye gideceği, kimin yanına sığınacağı hakkında aklına hiçbir şey gelmiyordu. Cemşit Amca’yı geçirdi bir an aklından. Ama onun gibi bir insan Faruk’u hemen ele verirdi. Onun asla öğrenmemesi gerekti. Adam ona güvenmişti ama o adamın dükkânında adamın sevdiği birisinin canını almıştı. Hala olayın şokunu atlatamamıştı. Bir an için Cemşit’i geçirdi aklından. O hayatta olsaydı kesinlikle onu yarı yolda bırakmazdı. Ona arka çıkar, desteğini esirgemezdi. Çünkü kardeşti onlar, hatta kardeşten de öte… Düşüncelerinden ve iç konuşmalarından sıyrılarak kafasını ellerinin arasına aldı. Başını hafifçe eğip düşünmeye başladı. Önce şu üstündekilerden kurtulmalıydı. Çünkü üstündeki kıyafetler onu hemen ele verebilirdi. Yaşının çok üzerinde giyinmiş ve şüpheli hareketler yapan titrek ve korkak bir genç. Daha fazla geç olmadan eve gidip birkaç parça eşya alıp buraları terk etmeliyim diye düşündü ve bir hışımla ayağa kalktı.
                                    Zaman kaybetmeden eve gidebilmek için parkın köşesinde bulunan taksi durağından bir taksi tuttu. Taksici orta yaşlarda sarı saçlı, uzun burunlu ve dudağının tam ortasında koca bir ben bulunan bir adamdı. Faruk’a nereye gideceğini sordu. Faruk evi tarif ettikten sonra, adamın Karadeniz şivesiyle sohbete girişme çabalarını sonuçsuz bıraktı. Olayın şokuyla şoföre bir şeyler belli etmekten korkuyordu. Şoförün sohbet ısrarı sonrasında sert bir şekilde “ İşine bak!” dedi. Bu sert çıkıştan sonra şoför ağzını bile açmadan Faruk’u gideceği yere kadar götürdü. Faruk şoförün parasını hemen verip üstünü almayı bile beklemeden arabadan indi. Elini cebine attı, zor da olsa anahtarları çıkarttı. Kapıyı açarken elinin kesildiğini ve tekrar kanlar içinde kaldığını fark etti. İçeriye girdi. Daha birkaç saat önce bu evden tek sıkıntısı işe gitmek olan birisi olarak çıkmıştı. Şimdi ise bir katil olarak geri dönmüştü. Elleri tekrar titremeye başlamıştı. Kendini hemen tekli koltuğun üzerine attı. Kanlı ellerini yüzüne kapattı ve son birkaç saat içinde yaşanılanları aklından geçirdi. Artık vicdanı yavaş yavaş etkin olmaya başlamıştı. En sonunda dayanamadı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.