Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

10 Nisan 2013 Çarşamba

Bir Hikaye Denemesi Bölüm III


III.                    BÖLÜM:  YENİ BİR BAŞLANGIÇ


“ Hakkınızı helal ediyor musunuz? “
“Helal olsun.”
“Merhum için El- Fatiha”
Faruk dedesinin onu daha dokuz yaşındayken götürdüğü Cuma namazından sonra, camiye ilk gelişiydi. En son duasını da o zaman etmişti. Ama Cemşit için bir kez daha yapabilirdi. Fatiha suresini bilmiyordu. O yüzden ellerini açtı ve Allah’a Cemşit’i affetmesi için yalvardı. Cenaze fazla kalabalık değildi. Dergiden eski arkadaşlar, ortak sahip oldukları birkaç tanıdık ve daha önce Faruk’un hiç görmediği bir bayan. Faruk ağlamaktan kızarmış gözbebekleri ve uykusuzluktan morarmış gözaltıyla etrafını süzdü. Hep tanıdık yüzler görmeyi amaçlıyordu. Ama gözü baştan aşağı simsiyah giyinmiş olan, yirmili yaşlarda, esmer tenli, gözlerinde büyük güneş gözlüğü olan, saçlarını siyah bir şalla kapatmış, 1.65 boylarında ki kıza takıldı. Daha önce onu hiç görmemişti, tanıdık birisi değildi, buna emindi. Kim olabilirdi ki. Zihnini biraz zorladı, aklına kim olabileceği hakkında hiçbir şey gelmedi. Cenaze bitmiş herkes dağılmak üzereydi. Cemşit’in kimsesi olmadığı için taziyeleri de Faruk’a geliyordu. O yüzden Faruk biran önce eve geçmek istedi. Son bir kez Cemşit’in mezarına göz attı ve oradan ayrıldı.
                     Faruk eve geldiğinde Ruslan ve Nermin onları bekliyordu. Küçük evin bir odasına erkekler, biraz geniş olan mutfakta ise kadınlar oturuyordu. Faruk önce odaya girdi üç arkadaş vardı. Birisi derginin çaycısı Musa ağabey, diğerleri de Ruslan ve Ramazan. Onlara hoş geldiniz dedikten sonra mutfağa geçti orada ise sadece Nermin ve Musa ağabeyin karısı Nazan abla vardı. Onlara da hoş geldiniz dedi ve tekrar odaya döndü. Faruk’un aklı hâlâ cenazedeki o kızdaydı. Kimdi o onu düşünüyordu. Orada ne işi vardı. Tesadüfen gelmiş birisi olabilir miydi? Ama bu kadar tesadüfü de biraz zorlama olarak görüyordu. Misafirler gelip gidiyor ama Faruk’un zihnindeki o düşünce hâlâ saklı kalıyordu. O kızın kim olduğunu öğrenmeliydi. Orada neden sormadığına hayıflanırken, Ruslan Faruk’a “ Senin kafan bir şeye takılmış.” Dedi. Faruk sesin geldiği yere dönerek “ Nereden çıkardın onu, Cemşit’in gidişine nasıl dayanacağım bilmiyorum. “ dedi ve arkasını döndü. Ruslan “ Hayır bu başka bir şey seni tanıyorum. Ne zaman aklını kurcalayan bir şey olsa parmaklarını teker teker kütletirsin. Bu sefer biraz abarttın sanki dikkatli ol kırılacaklar.” Faruk Ruslan’ın haklı olduğunu biliyordu. Ona söyleyip söylememekte tereddüt etti. Sonra “ Cenaze de arka tarafta duran kızı hatırlıyor musun? Şu siyah giyimli, gözlüklü, siyah şallı kız.” Ruslan gözlerini kıstı ve cenazeyi hatırlamak için kendini zorladı. “ Ben öyle birisini hatırlamıyorum Faruk. Sen emin misin orada birisinin olduğuna? Kaç gündür uykusuzsun, üzgünsün belki hayal görmüşsündür.” Dedi, biraz kaygılı gözlerle Faruk’a baktı. Faruk Ruslan’ın dediklerinin doğru olabileceğini düşündü. Ama onu görmüştü oradaydı. Belki de Ruslan hatırlamıyordu. Evet, evet muhtemelen Ruslan hatırlamıyordu. Pek zorlamamıştı kendini hatırlamak için anlaşılan.
                    Faruk akşamı zor etmişti. Böyle şeylere pek ilgisi ve alakası olmadığı halde adettendir diye Musa ağabeyin karısı Nazan abladan rica etmiş, helva kavurtmuş ve dua okutmuştu. Zaten bir elin parmaklarını geçmeyen misafirler gittikten sonra kanepeye uzandı. Üzerinde birkaç günün yorgunluğu vardı. Bünyesi artık çökmüştü, bir an acaba bende mi öleceğim diye düşündü, sonra geçti. Cemşit’in ölümünün şokunu üzerinden atmıştı. Şimdi gerçek anlamıyla düşünmeye başlamıştı. Artık dergi yoktu, Cemşit yoktu, bugün aldığı bir haberle de Ruslan’ın Rusya’ya döneceğini öğrenmişti. Yapayalnız bir başına kalacaktı. Ev sahibi durumunu bildiği için ona birkaç ay mühlet vermişti, sözde kendisini toparlayabilmesi için. Öncelikle iş bulmalıydı. Daha sonra ev işini halledebilirdi. Bir an duraksadı ne iş yapabileceğini düşündü. Elinde yazma yeteneğinin yanında bir de çizme yeteneği vardı ki ikisi de bu devirde kolay iş bulunabilecek alanlar değillerdi. İçini büyük bir karamsarlık kapsadı. Uykuya dalmadan önce son bir kez daha cenazedeki kızın gerçek olup olmadığını düşündü ve cevabını bile getirmeden, günlerin yorgunluğuna yenik düştü.
                    Uyandığında saat sabah 11.43 ü gösteriyordu. Vücudunun dinlendiğini hissetti. Yatakta biraz gerildikten sonra, doğruldu biraz da oturur vaziyette durduktan sonra kalktı. Pencereye yöneldi, önce perdeyi sonra camı açtı. Kafasını dışarı doğru uzatıp ciğerlerini eve göre daha temiz olan havayla doldurdu. Artık hayata yeniden başlayacaktı. Çünkü sıfırlanmıştı, eskiye dair neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Üstünü giyindi, tekli koltuğa oturdu ve en son o koltuğa oturduğunda olduğu gibi  birden ayağa fırladı. Oraya nerden geldiğini bilmediği müzik setinin kumandası yine koltuğa sıkışmış ve o da üstüne oturmuştu. Bu sefer kumandayı eline aldı tam fırlatacakken vazgeçti, pencereden aşağı salladı. Ardından hiç oturmadan kendisini sokağa attı. Nereye gideceğini bilmez bir vaziyette dolaşıyordu. Şehrin tam göbeğinde bulunan sinemanın önünden geçerken karşı kaldırıma doğru kafasını çevirdi. Karşıda ki broşür dağıtan genç adama bir şeyler anlatmaya çalışan kıza dikkatlice baktı. Evet, oydu, Cemşit’in cenazesinde gördüğü o genç kızdı. Dikkatlice baktı, yanılıyor olmaktan korkuyordu. O olduğuna emin olduktan sonra karşıya geçip kim olduğunu sormayı düşündü. Yeşil ışığın yanmasını beklerken kız hareketlendi ve ara sokağa girdi. Faruk da hemen arkasından hızla yürümeye başladı. Kızın acelesi olmalıydı, çünkü ayağındaki topuklu ayakkabıya rağmen oldukça hızlı yürüyordu.  Faruk birden heyecanlandı, kendisini kızı takip ederken görünce aklına okuduğu bir roman geldi. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ındaki gibi kızı kaçırmaktan korkuyordu. Aklında bu düşünceler dolanırken korktuğu başına geldi ve kız caddenin köşesinde bulunan antikacının önünde çevirdiği taksiye bindi. Faruk arkasından koştu ama yetişemedi, biran endişelendi, yanlış anlaşılmaktan korktu. Kızı taksiyle takip etmek istedi ama cebinde sadece akşam yemeğini çıkartacak kadar para vardı. Bir kez daha parasızlığına küfür etti, antikacının önünde bulunan çöp kutusundan düşmüş pet şişeyi tekmeledi ve kendi kendine söylenmeye başladı. “Bu işte bir iş var “ deyip duruyordu. Aklından onlarca düşünce geçirdi. Kız acaba onu mu takip ediyordu. Evet, olabilirdi, “onu fark ettiğimi görünce broşürcü çocukla konuşuyormuş gibi yaptı sonra peşinden gelince de kaçtı, baktı yakalayacağım taksiye bindi.” İçinden bunları geçiriyordu. Ona oldukça mantıklı gelmişti. Ama neden onu takip ediyordu. Bu soruya bir cevap bulamadı. Kimseye borcu yoktu, Aslı gittikten sonra da hayatına hiçbir kız girmemişti. Hatta dergideki kızlar dışında konuştuğu bir kız bile yoktu. Acaba dergiden bir hayranı olabilir miydi? Bu düşünce de kafasına yatmıştı. Kaldırımın ortasında düşüncelere dalmışken antikacıdan çıkan yaşlı bir sesle irkildi. “ Hayırdır delikanlı bir sorun mu var? Deminden beri seni izliyorum, pet şişeyi tekmelemeler, kendi kendine konuşmalar falan, iyi misin? İçeri gel, bir su vereyim kendine gel.” Faruk biran nerde olduğunu unutmuştu. “ doğru ya, herkes beni deli sanacak” dedi içinden. Yaşlı sesin geldiği amcaya dönerek “ Sağ ol bey amca, birini takip ediyordum da.” Yaşlı amcanın tuhaf bakışlarından sonra ekledi.” Yani takip ediyorum derken, onu daha önce de görmüştüm de orada ne işi vardı diye, şimdi tuhaf oldu biliyorum ama öyle amca, ama kötü bir niyetim yok vallahi.” Faruk anlatma çalışırken daha da saçmaladığının farkına vardı, sustu. “ Hele geç bir içeri delikanlı, bir soluklan, çayımı iç, derdini anlat bakalım. “ dedi yaşlı amca. Faruk teklifi geri çevirirse daha fazla yanlış anlaşılacağını düşündü ve içerdi girdi.
                     İçeride çok değişik, aşina olmadığı ama hoşuna giden bir koku vardı. Antikacı dükkânı dar uzun bir koridoru andırıyordu. Sağ tarafında eski bir dolap vardı. Sanırım Osmanlı zamanından kalma diye düşündü, onun önünde ne olduğunu anlayamadığı ama teraziyi andıran bir şey vardı. Sol tarafında ise duvara asılmış bir halı vardı. Üzerinde Arapça yazılar bulunuyordu. Üzerindeki desenler bir savaşı anlatıyor olmalıydı. Tam aklından antikacıların olmazsa olmazı pikabı geçirirken bir sehpanın üzerinde duran radyoya gözü ilişti. Hatırlamıştı, dedesinin de buna benzer bir tane radyosu vardı, hiç ellettirmezdi, en kıymetli eşyasıydı onun için bir de cep saati vardı. Anılardan ayrıldıktan sonra biraz ilerideki daktiloyu kesti, içinde tarifsiz bir duygu kıpraştı. Yazar olmanın getirdiği bir şey olmalı diye düşündü. Antikacı amcanın çektiği tabureye oturdu. Amca bilgece bir sesle “ Adın nedir senin genç” dedi.
                “ Adım Faruk, senin adın ne peki amcacım”
                  “ Benim adım Cemşit, hem meslekten hem de kafadan dolayı bana antika Cemşit derler.” Dedi Cemşit amca. Faruk birden duraksadı. Cemşit pek yaygın bir isim değildi. Tam da Cemşit’i kaybetmişken bir başka Cemşit’i bulmuştu. Biraz suskun kaldı, dişi kitlenmiş gibiydi. Cemşit Amca “ Ne o beğenmedin mi ismimi, bir rengin attı bir şeyler oldu? “ dedi, yorgun sesiyle, biraz da yaşlılığın verdiği alınganlıkla. Faruk derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı. “ Estağfurullah amca, beni buraya getiren olaylar da Cemşit ile başladı. Şöyle izah edeyim, benim hayatta sahip olduğum tek ve en iyi dostumun adı da Cemşit’ti. Onu dört gün önce kaybettik. İntihar etti, beni bırakıp gitti bir başıma. Sana biraz önce bahsettiğim takip etme olayı vardı ya hani. İşte o kızı da Cemşit’in cenazesinde görmüştüm. Daha önce hiç görmediğim birisiydi. Cemşit ile biz kardeş gibiydik yani birbirimizin her şeyini bilirdik, tanıdıklarımız hep ortaktı. O yüzden kim olduğunu öğrenmek istedim. Sanırım beni takip ediyor, bugün beni fark etmiş olmalı ki kaçmaya başladı. Beni buraya getirdi ve taksiye bindi gitti. Sanki seninle tanışmamı istiyor gibi değil mi? “ dedi bu son cümleyi yeni kurmuştu ve kafasında şimşekler çakmaya başlamıştı. Her şey aydınlanabilirdi, belki Cemşit amca tüm sorularına cevap verebilirdi. Anlatmayı bitirdikten sonra umutla Cemşit amcanın yorgun ve yeşil gözlerine baktı. Aradığı cevabı bulacağından emin gibiydi. Cemşit amca şaşırmıştı, sanırım anlam vermeye ve Faruk’un anlattıklarını kafasında birleştirmeye çalışıyordu. Faruk’un meraklı bakışlarıyla söze başladı. “ Faruk evladım, kaybın için üzüldüm. Ama anlattıklarına bir anlam veremedim. O kız neden seni bana getirsin. Belli ki büyük bir tesadüf olmuş. Zaten hayatta tesadüflerin ürünü değil midir? Dediğin şekilde bir kız tanımıyorum ben, böyle bir şeyden haberim yok yani.  Tesadüfe değil de kadere inanırım ama. Seni buraya getiren ne tesadüf ne de o kız oldu. Seni buraya kaderin getirdi evlat. Başından geçen olayları bir hatırla ne kadar planlanmış ne kadar tesadüf olabilir ki?  “ Faruk Cemşit Amcanın dediklerini düşünüyordu. Bu aralar beyninin kendini bir şeylere bağlamaya çalıştığını düşündü. Çünkü söylenilen her şey ona mantıklı geliyordu ve hemen kabulleniyordu. Yine aynısı oldu, Cemşit amcanın dediği gibi başından geçen olayları düşündü. Tesadüf olması imkânsızdı. Eğer planlanmışsa da mükemmel bir plandı. Kader gibi şeylere fazla inanmazdı ama Cemşit amca o kadar etkileyici konuşmuştu ki inanmaya başlamıştı. Çayı soğumuştu bir dikişte bitirdi. Birden plansız bir şekilde ağzından “ iş arıyorum.” Cümlesi çıktı. Sanki Cemşit amcanın yanında olmak ona iyi gelecekti. Bir umut onu işe alacağını düşündü.
                   “ Dükkânın halini görüyorsun evlat, pek büyük sayılmaz, ama Allah’a şükür geçindiriyor, seni zengin etmez belki ama aç da bırakmaz. Seni sevdim içi dışı bir, delikanlı bir gence benziyorsun. İnsanları bir bakışta tanıdım artık ne de olsa otuz beş yıldır bu işi yapıyorum. Bende yaşlıyım zaten çoğu şeyi yapamıyorum artık, akşam yedi dedin mi uykum geliyor. Eğer sende kabul edersen gel bana yoldaş ol.”
Faruk bu teklifi bekliyordu. Hiç düşünmeden “çok isterim” dedi. Aklındaki tek düşünce o kızın tekrar buradan geçeceği ve bu sefer onu yakalayıp ne istediğini sormaktı. Artık her şeyi akışına bırakmıştı. Bu yeni başlangıcın ilk günüydü ve pek de kötü gitmiyordu. Hatta geçmişinin aksine çok iyi gittiği bile söylenebilirdi. Antika Cemşit ile konuşup anlaştıktan sonra ertesi gün işe başlamak için dükkândan dışarı çıktı. Hava kararmıştı, çalışanlar işten çıkmış evlerine yetişme telaşıyla etraflarına bakmadan yürüyorlardı. Onlardan birisi Faruk’a çarptı ve çantasından bir not düştü. Faruk yere düşen notu almak için eğildi, iki parmağının ucuyla kıstırdı ve çekti. Ne yazdığını okumak için ikiye katlanmış ve bir kısmı yırtılmış kâğıdı açtı ve okumaya başladı. “ Her son yeni bir başlangıcı getirir, önemli olan noktayı koyduktan sonra büyük harfle başlamayı unutmamaktır. Harflerinin küçülmemesi dileği ile G…” Kâğıt yırtılmış olduğu için devamını okuyamadı ama tüyleri ürpermişti, kimliği meçhul sıradan bir kimse onun yeni başlangıcını biliyordu sanki gülümsedi ve yürümeye devam etti. 

9 Nisan 2013 Salı

Bir Hikaye Denemesi Bölüm II



I.    

        II.    BÖLÜM: ÖLÜM DOĞUYOR


                     Gidişinin ardından neredeyse altı ay kadar geçmişti. Onun bıraktığı burukluktan kurtulmuştu hatta bir nebze de olsa unutmuştu. Dergide işler o kadar iyi gitmiyordu, aynı şekilde ev sahibi birikmiş borçları ödemesi için onu sıkboğaz ediyordu. Mesut ağabeyin gidişinden sonra Cemşit dergiyi idare etmekte güçlük çekiyordu. Sevtap’ın yazdığı bir yazı yüzünden açılan maddi tazminat davası yetmezmiş gibi bir de amatör bölümünde yayınladıkları bir yazarın ağır politik eleştirisi yüzünden dergi kapanmak üzereydi. Bu durum Cemşit’e oldukça ağır geliyordu, Faruk kendi acısını bırakmış onun için uğraşıyordu. Öyle ki son birkaç haftadır durumu hiç iyi değildi. Cemşit’in ailesi zengin bir aileydi. Babası Mehmet Kemal Bey Çorum’un ileri gelen toprak zenginlerindendi. Ama babasının ölümünden sonra tüm mirası Cemşit’e kalınca Cemşit onları babasının kazandığı yılların aksine birkaç sene içerisinde eritti. Son kalan zor zaman arsasını da dergi için satmak zorunda kaldı. Çünkü dergiden başka sığınacak bir yuvası kalmamıştı ki zaten Mesut Ağabey’de o yüzden derginin idaresini Cemşit’e bırakıp gitmişti. Artık bakıldığında derginin neredeyse yarısı boşalmıştı. Ramazan, Sadık, Furkan, Lemi, Gülay ve Nermin’in zaten başka işleri vardı, dergiyi bırakıp oraya geçtiler. Mualla ve Yunus da rakip olarak nitelendirdikleri “Ebedi-yat” dergisine geçtiler. Bu durum Cemşit’i gerçekten çok yaralamıştı. Koskoca dergide sadece üç yazar kalmıştı. Allah’dan Faruk da Cemşit de editörlükten anlıyordu da şimdilik ayakta tutabiliyorlardı.
                     Günler günleri kovaladı ve dergi kapandı. Fazla ayakta tutamadılar, bu durum Cemşit’e o kadar koymuştu ki daha fazla dayanamadı. Faruk gece gelen telefonla uyandığında onları bırakmayan diğer dergi yazarı ve aynı zamanda Faruk’un ilkokuldan arkadaşı olan Ruslan, Cemşit’e hemen dergiye gelmesini söyledi. Faruk korktuğu şeyin başına geldiğini anlamıştı ama arası pek iyi olmayan Tanrı’ya dualar ederek apar topar evden çıktı. Birkaç dakika dolandıktan sonra bir taksi buldu ve dergiye ulaştı. Polisleri ve ambulansı kapının önünde görünce dizlerinin bağı çözüldü ve yere kapaklandı. Ruslan onun yere düştüğünü görünce koşarak yanına geldi ve yerden kaldırdı. Faruk duymak istemediği şeyi duymak üzere ıslak bir gözle Ruslan’a baktı ve ağzından “ Cemşit mi? “ haykırışları döküldü. Ruslan’ın da gözlerinde yaş vardı ama Faruk’dan daha güçlüydü. Boğazını temizledi ve titrek bir sesle anlatmaya başladı.
                     “ Dergiden biraz erken çıkmıştım, biliyorsun artık toparlanıyoruz. Canım çok sıkkındı Lemi aradı bizim Ali ağabeyin yerine gittik. Her neyse biraz içtikten sonra eve gideyim dedim baktım evin anahtarları yok, bende dergide unuttum herhalde diyerek geri döndüm. Baktım ışık açıktı seni var sandım çünkü Cemşit gideceğim ben, gidiciyim ben deyip duruyordu. Ne bileyim böyle bir gitmekten bahsettiğini. Birkaç kez seslendim kapıyı açan olmayınca girdim içeriye. Kendine çay demlemiş daha bitirmemiş bile. Tavanda öylece sallanıyordu öylece…” Kolayca anlatabilmek için konuyu uzattıkça uzatıyordu Ruslan. Ama Faruk’un dayanamayacağını görünce kısa kesti öldü diyemedi. Bir edebiyatçı, bir şair nasıl ölebilirdi, bunu Faruk’a nasıl söyleyebilirdi. Sadece “ sallanıyordu” dedi. “ Yüzünde garip bir gülümseme vardı. Hani derdi ya bir gün öleceğim, hepimiz öleceğiz ama ben çocuklar gibi şen gitmek istiyorum, diye. Öyle gitti Faruk, Cemşit o gitti, bizi bıraktı.” İkisi de artık dayanamadı ve dizlerinin üstüne  çökerek sarıldı ve ağlamaya başladılar.
                    Polisin “ Pardon Faruk bey siz misiniz? “ demesiyle irkildiler ve ayağa kalktılar. Faruk ağlamaktan konuşamaz hale gelmişti ama zor da olsa “ Buyurun benim.” Diyebildi. Polis daha çok gençti belki bu sene mezun olmuştu belki de bu ilk göreviydi. Genç bayan polis gözleri ağlamaktan kızarmış ve korkunç bir hale bürünmüş Faruk’a “ Cemşit bey intihar etmeden önce bir not yazmış, üzerinde de “Faruk kardeşime” yazıyor. Biz açmadık, eğer siz açabilirseniz belki bir şeyler… “ dedi ve kâğıdı Faruk’a uzattı. Faruk kağıdı eline aldı ve gözlerinden süzülen bir damla yaş kağıda düştü. Eliyle ıslaklığı yaydıktan sonra kâğıdı açtı. Fazla uzun değildi, kemikli uzun burnunu çekti ve okumaya başladı.
“ Faruk, kardeşim;
Bilirsin biz seninle çok eski olmasa da eski bir geçmişe sahibiz. Bu dergiye ikimizde her şeyimizi verdik. Hayatımızı, kadınımızı, ailemizi… Ama beceremedim kardeşim. Her şeyde olduğu gibi bununda üstesinden gelemedim. Elime yüzüme bulaştırdım. Hayatta yaptığım tek doğru iş seni tanımak oldu. Artık dayanamıyorum, daha fazla bir şeyleri mahvetmeden gidiyorum. Seninle konuşurduk ya hani, ölümümüz ilginç olsa, diğerlerinden farklı eğlenceli olsa diye. Ben onu da beceremedim işte. Ama şen şakrak gidiyorum kardeşim. Her şeyin içine ettim ve şen şakrak gidiyorum. Benden kurtuluyorsunuz. Ne olur peşimden erken geleyim deme. Benim beceremediklerimi sen becereceksin. Bir de senin hep merak ettiğin benim siyah, telli defterim vardı ya artık o senin. Onu oku, iyi oku. Ama ne olur beni yargılama, bana küsme, beni cezalandırma. Neyse kapımı çalıyor Azrail, bir de yağmur yağıyor hava serin, bana ölüm doğuyor, hakkınızı helal edin.
                                                                                                        CEMŞİT ALATURNAGİL”
              Faruk kâğıdı elinden düşürdü, kafasını bulutların arasından dolunayın aydınlattığı yağmurlu gökyüzüne kaldırdı. Aynı filmlerde olduğu gibi ama bu sefer sadece Cemşit ile olan hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Olanlara inanamıyordu,  “bana ölüm doğuyor” cümlesi kulaklarında çınlıyordu. Rüya olmasını arzuluyordu, kâbustan uyanmak için ayağa kalktı ellerini başının arkasında birleştirdi ve avazı çıktığı kadar bağırdı. “ Cemşiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiitt…”

3 Nisan 2013 Çarşamba

Bir Hikaye Denemesi


I.                    Bölüm: GİDENİN ARDINDAN



                      Günün getirdikleri yüzünden suratından düşen bin parçaydı. Kara kalın kaşlarının altındaki ela gözleri, uykusuzluktan morarmış ve şişmiş gözaltının gölgesinde kalıyordu. Saçları günlerdir gün yüzü görmediği için yağlanmışı. Yaşına göre oldukça sık ve siyah saçları vardı. Saçları kulaklarını kapatmaya yetmiyordu. Sahi o kepçe kulaklar nasıl kapanırdı ki?
                      Yaklaşık 10 gündür değiştirmediği, eskiden beyaz, şimdiki rengi gri olan tişörtünün kokusundan rahatsız olmamak için etrafında gördüğü ilk güzel koku olan oda parfümünü üstüne boca etti. Kalın kemikli, asker yeşili olan, numaralı gözlüğünü odadaki masanın arasında güç de olsa buldu. Masanın üzerinde onlarca kitap, altı kahve kupası, bir masa lambası, kullanılmış peçeteler, buruşturulmuş ve üzerine kahve dökülmüş müsvette kâğıtlar, onlarca ucu kırık kurşun kalem ve boş kalan yerlerinde bir karış toz vardı. Onlarca şey arasında gözlüğünü bulmak kolay olmadı. Birçok şeyi yerinden ayırmak zorunda kaldı. Günlerdir kapalı olan perdeyi açmak için pencereye doğru ilerlemek üzere arkasını döndü. Sonra gün ışığını gözlerinin kaldırıp kaldıramayacağını merak edip vazgeçti. Tekrar tekli koltuğa oturmaya niyetliydi. Koltuğa yöneldi kendini bırakıp geri fırlaması bir oldu. Geçenlerde sinirlenip fırlattığı müzik setinin kumandasının üzerine oturmuştu. Sinirlendi tekrar fırlattı, nereye gittiğini umursamadı, koltuğa tekrar oturdu. Koltuğun önünde duran tabureye ayaklarını uzatıp geriye yaslandı ve uzun süredir süren uykusuzluğunu bastırmak üzere gözlerini kapadı.
                    Uyandığında kendini zinde hissediyordu. Günlerdir takvime ve saate bakmadığı için, günlerden hangi gün, saat kaç gibi kavramlara yabancı kalmıştı. Artık gün ışığını görmenin vakti geldiğini düşünerek öncelikle pencere yöneldi. Perdeyi yavaşça çekti içeriye güneş ışığı dolmasını beklerken yanılmıştı. Hava karanlıktı. Karnı acıkmıştı, mutfağa kendine bir şeyler hazırlamaya doğru yürüdü. Evde bir şey olup olmadığı hakkında bir fikri yoktu. Buzdolabını açtı, bir parça peynir ve bir poşet zeytin vardı. Ekmek olup olmadığını kontrol etmek için buzdolabının üzerindeki sepete baktı. Oldukça bayat, muhtemelen bir kaç günlük ekmeği eline aldı, yokladı ve ocağın üzerinde duran tavaya bıraktı. Ekmek kızarırken, kendisine çay demlemeye koyuldu. Karnını doyurduktan sonra uzandığı tekli koltuğunda mayıştı kaldı. Tekrar uykuya daldı.
                   Açık bıraktığı pencereden ışık yüzüne vuruyordu. İçinden ışığa lanetler okuyarak gözünü açtı ve kalktı. O gittiğinden beri ne yazıyordu ne de çiziyordu. Dergiden arkadaşlarından da on üç gündür haber alamıyordu. Daha doğrusu almıyordu, almak istemiyordu. Biliyordu çünkü ona onu soracaklardı. Nedenlerini falan, sıkıcı geliyordu. Birden ayağa kalktı ve masaya yöneldi. İki elinin parmaklarını birleştirerek ayak parmakları üzerinde yükseldi ve derince esnedi. Kendi kendine söylendi : " Hey Allah'ım, ne yapıyorum ben ya! " Sonra masanın üzerine bir göz attı. Mutfağa gidip en alt çekmeceden bir çöp poşeti çıkartıp odaya tekrar döndü. İlk önce ondan başladı. Hiç huyu olmamasına rağmen sırf ondan geldi diye masasına koyduğu ve o gidince kaldırıp çekmeceye attığı, içinde ikisinin çektirdiği ilk fotoğraf bulunan çerçeveyi alıp çöp poşetinin içine bıraktı. Sonra yıkasa bile temizlenmeyeceğini anladığı kahve kupalarını attı. Masanın üzerinde her ne varsa - ilkokul arkadaşı Ruslan'ın hediye ettiği masa lambası hariç- çöp poşetinin içine doldurdu. Masanın üzerini temizledikten sonra kaç günlük olduğunu bilemediği ve eşlerinin kayıp olduğu çorapları, kanepenin arasından çıkardığı kurtlanmış cips poşetini, üstüne basıp ayağını burktuğu kola şişesini, ağzına kadar sigara izmaritiyle dolmuş olan küllüğü çöp poşetine attı. Çalışma odasını ve aynı zamanda yatak odası olan odanın döküntülerini topladıktan sonra mutfağa geçti. Anlık bir şekilde bulaşıkları yıkamayı aklından geçirdikten sonra tezgâhın üstünde eline ne geçtiyse diğeri dolduğu için yeni çıkarttığı çöp poşetine boşalttı. Evin tamamen dağınıklığını toplayıp tozunu, pasını temizledikten sonra kendini temizlemeye karar verdi ve üstündeki yıllık elbiselerini de çıkarıp ayrı bir çöp poşetinin içine doldurdu. Banyoya gitti, banyo dolabının üstündeki makineyi alıp önce saçlarını makineyle oldukça kısalttı. Daha sonra da bir hayli uzamış ve şekilsizleşmiş sakallarını kestikten sonra duşa girdi.
                        Artık kendine gelmeyi düşünüyordu. Çünkü onun gidişinden sonra kendini çok yıpratmıştı. Ne dergiye gitmiş ne de iş göndermişti. Biraz kendine geldikten sonra telefonu eline aldı ve rehberden Cemşit'i bulup arama tuşuna bastı.
                     " Alo, Cemşit sen misin? Dedi, onun olduğunu biliyordu ama günlerdir habersizliğinin utangaçlığı vardı üzerinde.
                    "E-e-evet benim, Faruk sen misin? Dedi, şaşkın ve sevinçli olduğunu sesinden belli ederek.
                    " Nerdesin lan sen kaç gündür? Hiç arayıp sormuyorsun, telefonun kapalı, evinin adresi yok! "
Cemşit ilk şoku atlattıktan sonra Faruk'a yüklenmeye başlamıştı. Bunu bekliyordu, ama biraz sıkılmıştı.
" Dur, yavaş ol biraz. Sonra döversin. Ama önce beni dinle. Mesut ağabey orada mı? Ben hâlâ orada çalışıyor muyum? Yoksa atıldım mı? Bunları öğrenmem lazım. " Hemen işe başlamak istiyordu. Boş kalarak tekrar onu düşünmeye başlayacağından korkuyordu.
" Mesut ağabey sen gittikten bir hafta sonra Somali'ye gitti. Hani şu yardım derneği vardı ya onunla." dedi Cemşit. Biraz utangaç, ama biraz da gururla devam etti. " Artık derginin idaresi bende. Yani hâlâ devam ediyorsun, ama maaşından kesinti yapmak zorundayız he. " dedi ve küçük bir kahkaha koyuverdi.
Faruk buna sevinmişti, Cemşit ile iyi arkadaşlardı ve kendini toplarken onun yanında olması ona iyi gelecekti.
" O zaman ben bir saate kadar geliyorum dergiye. Sizi çok özledim ya da ne yalan söyleyeyim o kıçı kırık sandalyede sabahlamayı özledim be. " dedi, Cemşit'in bir şey demesini beklemeden telefonu kapattı. Kalktı üstünü giyindi ve dışarı doğru yol aldı.

Kayıp'dan Sesler

Benim adım var ama önemi yok. 21 yaşını bitirmek üzereyim. Bende her insan gibi kaybetmeyi çok önceleri öğrendim. Hayatta her hayalini gerçekleştirmek için uğraşan bir insandım ben. Her şeye rağmen kaybetmek nedir bilir misiniz? Kaybetmek hem de yılmadan.Bir kere değil iki kere değil kerelerini sayamadığım kadar kaybetmek. Yahut başka bir bakış açısıyla ele alırsak kötüyü kazanmak. Düşünün ki bir insan giriştiği her şeyi kaybetmiş çocukluğundan beri. Ama kaybettikleri kadar da kazanmış. Herkes birer kaybedendir derler, ben inanmıyorum. Birileri fena halde kazanıyor ki birileri de kaybetmeyi kendisine nikahlamış.Adalet diye bir kavramdan bahsediliyor arada bende işitiyorum istemeden. Adalet neye göre, kime göre adalet. Bir tarafta kaybedenler bir tarafta kazananlar. Tuhaf değil mi sizcede ? Daha önce de bahsetmiştim insanlar kaybettiklerinin değerini onları kaybettikten sonra anlamıyor diye. İnsan da o değer hep vardır. " Kazanamamanın verdiği değer" ya da kıskançlık. Hep kaybetmenin verdiği kazanlara kıskançlık. Sen bir şeyi kaybederken o şeyi bir başkası kazanıyor. Çarpı iki, yani kıskançlık iki katına çıkıyor. Bilirsiniz herkes elinden bir şeyi çıkardığında onu başkalarının elinde görmek istemez, kıskanır. Değerini anlar ya da öyle sanır. Bir de ilelebet kaybetmek vardır ki Allah'ın insanı cezalandırma şeklinin dünyadaki en ağır şeklidir. Allah sevdiğini senden alır, kendi yanına götürür. Seni dünyanda onun hasretiyle bırakır gözyaşlarınla beraber. Göz yaşları Tanrı'nın ceza yazdığı kalemin mürekkebidir. Bu mürekkep öyle saftır ki onunla kaybolanı tekrar getireceğine inanırsın. Kaybolduğun şek sadece rüyalarında geri döner sana. Rüyalar ise geçmiştir aslında. Geçirdiğin güzel anıların senin yakanı bırakmaması. Devamlı kahrolmanı sağlayacak hatırlatıcılar. Kaybetmek olması gereken ama olmasa daha iyi olacak eylemdir. Yaşamanın değerini öğreten, elindekine sahip çıkmayı, ona dört elle sarılmayı sağlayacak bir duygu biçimidir bana göre. Ben çok kaybettim, Büyük bir kaybedenim, kazanan gibi görünen ama işlerin hiç de öyle gitmediği 21 yaşındaki bir gencim. Belki de değilim.