I.
Bölüm:
GİDENİN ARDINDAN
Günün getirdikleri
yüzünden suratından düşen bin parçaydı. Kara kalın kaşlarının altındaki ela
gözleri, uykusuzluktan morarmış ve şişmiş gözaltının gölgesinde kalıyordu.
Saçları günlerdir gün yüzü görmediği için yağlanmışı. Yaşına göre oldukça sık
ve siyah saçları vardı. Saçları kulaklarını kapatmaya yetmiyordu. Sahi o kepçe
kulaklar nasıl kapanırdı ki?
Yaklaşık 10 gündür değiştirmediği, eskiden beyaz, şimdiki rengi gri olan
tişörtünün kokusundan rahatsız olmamak için etrafında gördüğü ilk güzel koku
olan oda parfümünü üstüne boca etti. Kalın kemikli, asker yeşili olan, numaralı
gözlüğünü odadaki masanın arasında güç de olsa buldu. Masanın üzerinde onlarca
kitap, altı kahve kupası, bir masa lambası, kullanılmış peçeteler,
buruşturulmuş ve üzerine kahve dökülmüş müsvette kâğıtlar, onlarca ucu kırık
kurşun kalem ve boş kalan yerlerinde bir karış toz vardı. Onlarca şey arasında
gözlüğünü bulmak kolay olmadı. Birçok şeyi yerinden ayırmak zorunda kaldı.
Günlerdir kapalı olan perdeyi açmak için pencereye doğru ilerlemek üzere
arkasını döndü. Sonra gün ışığını gözlerinin kaldırıp kaldıramayacağını merak
edip vazgeçti. Tekrar tekli koltuğa oturmaya niyetliydi. Koltuğa yöneldi
kendini bırakıp geri fırlaması bir oldu. Geçenlerde sinirlenip fırlattığı müzik
setinin kumandasının üzerine oturmuştu. Sinirlendi tekrar fırlattı, nereye
gittiğini umursamadı, koltuğa tekrar oturdu. Koltuğun önünde duran tabureye
ayaklarını uzatıp geriye yaslandı ve uzun süredir süren uykusuzluğunu bastırmak
üzere gözlerini kapadı.
Uyandığında kendini zinde
hissediyordu. Günlerdir takvime ve saate bakmadığı için, günlerden hangi gün,
saat kaç gibi kavramlara yabancı kalmıştı. Artık gün ışığını görmenin vakti
geldiğini düşünerek öncelikle pencere yöneldi. Perdeyi yavaşça çekti içeriye
güneş ışığı dolmasını beklerken yanılmıştı. Hava karanlıktı. Karnı acıkmıştı,
mutfağa kendine bir şeyler hazırlamaya doğru yürüdü. Evde bir şey olup olmadığı
hakkında bir fikri yoktu. Buzdolabını açtı, bir parça peynir ve bir poşet
zeytin vardı. Ekmek olup olmadığını kontrol etmek için buzdolabının üzerindeki
sepete baktı. Oldukça bayat, muhtemelen bir kaç günlük ekmeği eline aldı,
yokladı ve ocağın üzerinde duran tavaya bıraktı. Ekmek kızarırken, kendisine
çay demlemeye koyuldu. Karnını doyurduktan sonra uzandığı tekli koltuğunda
mayıştı kaldı. Tekrar uykuya daldı.
Açık bıraktığı pencereden ışık yüzüne vuruyordu. İçinden ışığa lanetler
okuyarak gözünü açtı ve kalktı. O gittiğinden beri ne yazıyordu ne de
çiziyordu. Dergiden arkadaşlarından da on üç gündür haber alamıyordu. Daha
doğrusu almıyordu, almak istemiyordu. Biliyordu çünkü ona onu soracaklardı.
Nedenlerini falan, sıkıcı geliyordu. Birden ayağa kalktı ve masaya yöneldi. İki
elinin parmaklarını birleştirerek ayak parmakları üzerinde yükseldi ve derince
esnedi. Kendi kendine söylendi : " Hey Allah'ım, ne yapıyorum ben ya!
" Sonra masanın üzerine bir göz attı. Mutfağa gidip en alt çekmeceden bir
çöp poşeti çıkartıp odaya tekrar döndü. İlk önce ondan başladı. Hiç huyu
olmamasına rağmen sırf ondan geldi diye masasına koyduğu ve o gidince kaldırıp
çekmeceye attığı, içinde ikisinin çektirdiği ilk fotoğraf bulunan çerçeveyi
alıp çöp poşetinin içine bıraktı. Sonra yıkasa bile temizlenmeyeceğini anladığı
kahve kupalarını attı. Masanın üzerinde her ne varsa - ilkokul arkadaşı
Ruslan'ın hediye ettiği masa lambası hariç- çöp poşetinin içine doldurdu.
Masanın üzerini temizledikten sonra kaç günlük olduğunu bilemediği ve eşlerinin
kayıp olduğu çorapları, kanepenin arasından çıkardığı kurtlanmış cips poşetini,
üstüne basıp ayağını burktuğu kola şişesini, ağzına kadar sigara izmaritiyle
dolmuş olan küllüğü çöp poşetine attı. Çalışma odasını ve aynı zamanda yatak
odası olan odanın döküntülerini topladıktan sonra mutfağa geçti. Anlık bir
şekilde bulaşıkları yıkamayı aklından geçirdikten sonra tezgâhın üstünde eline
ne geçtiyse diğeri dolduğu için yeni çıkarttığı çöp poşetine boşalttı. Evin
tamamen dağınıklığını toplayıp tozunu, pasını temizledikten sonra kendini
temizlemeye karar verdi ve üstündeki yıllık elbiselerini de çıkarıp ayrı bir
çöp poşetinin içine doldurdu. Banyoya gitti, banyo dolabının üstündeki makineyi
alıp önce saçlarını makineyle oldukça kısalttı. Daha sonra da bir hayli uzamış
ve şekilsizleşmiş sakallarını kestikten sonra duşa girdi.
Artık kendine gelmeyi düşünüyordu. Çünkü onun gidişinden sonra kendini
çok yıpratmıştı. Ne dergiye gitmiş ne de iş göndermişti. Biraz kendine
geldikten sonra telefonu eline aldı ve rehberden Cemşit'i bulup arama tuşuna
bastı.
" Alo, Cemşit sen misin? Dedi, onun olduğunu biliyordu ama
günlerdir habersizliğinin utangaçlığı vardı üzerinde.
"E-e-evet benim, Faruk sen misin? Dedi, şaşkın ve sevinçli olduğunu
sesinden belli ederek.
"
Nerdesin lan sen kaç gündür? Hiç arayıp sormuyorsun, telefonun kapalı, evinin
adresi yok! "
Cemşit ilk şoku atlattıktan sonra Faruk'a yüklenmeye
başlamıştı. Bunu bekliyordu, ama biraz sıkılmıştı.
" Dur, yavaş ol biraz. Sonra döversin. Ama önce beni
dinle. Mesut ağabey orada mı? Ben hâlâ orada çalışıyor muyum? Yoksa atıldım mı?
Bunları öğrenmem lazım. " Hemen işe başlamak istiyordu. Boş kalarak tekrar
onu düşünmeye başlayacağından korkuyordu.
" Mesut ağabey sen gittikten bir hafta sonra Somali'ye
gitti. Hani şu yardım derneği vardı ya onunla." dedi Cemşit. Biraz
utangaç, ama biraz da gururla devam etti. " Artık derginin idaresi bende.
Yani hâlâ devam ediyorsun, ama maaşından kesinti yapmak zorundayız he. "
dedi ve küçük bir kahkaha koyuverdi.
Faruk buna sevinmişti, Cemşit ile iyi arkadaşlardı ve
kendini toplarken onun yanında olması ona iyi gelecekti.
" O zaman ben bir saate kadar geliyorum dergiye. Sizi
çok özledim ya da ne yalan söyleyeyim o kıçı kırık sandalyede sabahlamayı
özledim be. " dedi, Cemşit'in bir şey demesini beklemeden telefonu
kapattı. Kalktı üstünü giyindi ve dışarı doğru yol aldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder