Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

8 Ağustos 2013 Perşembe

Bir Hikaye Denemesi Bölüm VIII

VIII.                    BÖLÜM:  KENDİNDEN KAÇIŞ
                                                                 Faruk ellerini yüzüne kapatmış ağlamaya devam ediyordu. Bir çeşit transa girmiş gibiydi. Gözlerinden akan yaşlar yüzünü epeyce ıslatmıştı. Hatta bazı damlalar süzülürken yüzünün belirli bölümlerini kaşındırmış olmalıydı ki  o damlaları Cemşit Amca’nın torbasından aldığı gömleğin koluna siliyordu. Gömleğin kol kısmı damlalar yüzünden sırılsıklam olmuştu. Ellerini yüzünden çekti, artık ağlamayı kesmiş, sadece burnunu çekmeye ve arada bir hıçkırmaya başlamıştı. Başında inanılmaz korkunç bir ağrı vardı. Bir süre daha koltukta oturmaya devam etti. Bakışlarını karşısındaki boş duvara sabitlemiş, olanları ve olacakları tekrar gözden geçiriyordu. Birkaç saat önce istemeden de olsa birisini öldürmüştü. Bir karar vermesi gerekiyordu. Ya vicdanına yenilip gidip teslim olacaktı ya da bir hâl çaresini bulana kadar kaçak hayatı yaşayacaktı. Artık bu evde hatta bu şehirde kalamazdı. Hızlı karar vermesi gerekiyordu. Ancak kararsız bir yapıya sahip olduğu için sık sık karar değiştiriyordu. Kâh koltuktan kalkıyor, eline telefonu alıyordu kâh sırt çantasını aramak için yatak odasına yöneliyordu. Bir şeyleri berbat etmeden de karar vereceğe benzemiyordu. İşe ilk önce duşa girmekle başladı. Üzerindeki kan lekelerini temizlemeliydi, onları gördükçe daha kötü oluyordu. Üzerindekileri çıkartıp duşa girdi, bir ağlama krizi de duşta geçirdikten sonra, çıktı üstünü giyindi. Cemşit Amca’nın kıyafetlerinden kurtulması gerekiyordu. Ama önce şu elindeki yarayla ilgilenmeliydi. Suyun etkisiyle de kesikler iyice açılmıştı ve korkunç bir acı veriyordu. Yatak odasında bulunan komodinin çekmecesinden bir parça sargı bezi ve tentürdiyot alarak tekrar banyoya döndü. Açık olan yaraya biraz tentürdiyot döktü ve sıvının derisinin arasına girmesiyle çığlık atması bir oldu. O acıyı yaşarken aklına birkaç saat önce yaptıkları geldi. Kendisi daha ufak bir kesikte bile bu kadar bağırabiliyordu. Ama bir insanı gözünü kırpmadan öldürebilmişti. O koca dev Ferhat’ın dizlerinin üstüne çöküşü ve ağır çekimde yere devrilişi gözlerinin önünde tekrarlanıp duruyordu.
                             Elindeki yaraya pansuman işini bitirdikten sonra, eline bir makas alarak üzerinden çıkarttığı kıyafetleri parçalamaya başladı. Hepsini küçük küçük parçalara ayırdıktan sonra parçaları alıp banyo lavabosuna bıraktı. Buzdolabından, sıcak yaz günleri ferahlamak için koyduğu kolonyayı çıkarttı, kıyafet parçalarının üzerine döktü. Parçalardan birisini alıp banyodaki çamaşır makinesinin üzerinde ki çakmakla tutuşturdu. Çakmağı daha önceleri milattan kalma şofbeni tutuşturmak için kullanıyordu ve bir kez daha işe yaramıştı. Elbise parçaları lavaboda yok olurken o da çantasını hazırlamak için odaya doğru yöneldi. Aslı ile gitmeye yeltendikleri ve ayrılmalarıyla suya düşen kamp planı için aldığı askeri yeşil kamp çantasını yatağın altından çıkarttı. Hiç işe yaramayacağını düşünüyordu ama günü gelmişti ve bir işe yarayabilirdi. Dolaptan birkaç parça giyecek bir şeyler koydu. Birkaç parça da iç çamaşırı. Sanki bir yaz kampına gidiyormuş gibi diş fırçası, tarak, deodorant, havlu gibi nerede kullanabileceğini bilmediği eşyaları da çantasına yerleştirmişti. Daha başka ne koyabilirim diye düşünürken gözü kütüphanesinin rafındaki Cemal Süreya’nın Sevda Sözleri’ne ilişti. Bu kitabı çok severdi ve onunda yanında olması gerektiğini düşündü. Kütüphanesinin rafındaki kitabı alırken ayağı alttaki dolap kapağına takıldı ve kapak açılır açılmaz içindeki büyük kutu yere düştü. Düşen kutunun içindeki gereksiz birkaç parça eşyanın arasında duran, içinde dergide yayımlanan kendi ve amatör yazarların yazılarının bulunduğu usb bellek ve Cemşit’in intiharından sonra ona verilen siyah kaplı telli defter dikkatini çekti. Bu iki önemli hatırayı da yanına alma ihtiyacı hissetti. Ayrı olarak o usb bellek onun için önemli bir yer taşıyordu. Çünkü içinde yıllar yılı gelişimini gösteren yazılar ve okumaktan hoşlandığı amatör hikayeler vardı. Hem daha Cemşit’in defterini okumamıştı da. Kim bilir onun içinde ne sırlar saklıydı…
                          Çanta artık hazırdı, ancak unuttuğu bir şey vardı ki Cemşit’in zor durumlar için cüzdanının kullanmadığı bir köşesinde sakladığı 200 Tl’si dışında beş kuruşu yoktu. Bu para da ona ancak bir hafta yetebilirdi. Daha ne kadar kaçak olarak yaşayacağını bilmiyordu ve aklına bu durum gelince iyice karamsarlığa kapılmıştı. Umutsuzca kendini koltuğa bıraktı. Bir çareye daha ihtiyacı vardı. Sağ elini baş ve işaret parmakları arasında sıkıştırdığı kafasının içinde bir şeyler dönüyordu.
                            Kendi kendisine birden “ Mesut” dedi seslice.
                            “Mesut ağabeyi arayıp ondan borç isteyebilirim. Şu anda yurt dışında olmalı zaten, hiçbir şey söylemem.” Çareyi bulduğunu düşünüyordu. Telefon rehberinden Mesut Kür’ü bulup arama tuşuna bastı.  Telefonun çalmaya başlamasıyla içinde tarifi mümkün olmayan, korku ve heyecanla karışık bir duygu vardı. Telefonu tok bir sese sahip, muhtemelen 45-50 yaşlarında, düzgün Türkçe konuşan birisi açtı.
                             “Alo, Faruk sen misin? Öğrendin demek kim söyledi sana ? Ramazan mı söyledi yoksa? Yahu onun da ağzında bakla ıslanmıyor, güya sürpriz yapacaktık.”  Faruk bir terslik olduğunu anladı. Telefonu kapatıp kapatmamak arasında kaldı ama kapatmayım konuşmayı tercih etti.
                           “ Mesut ağabey benim Faruk. Nasılsın ağabey iyi misin? Ben öyle ne yapıyorsun diye bir arayım dedim. Ses seda yok senden falan diye. Bir de bir isteğim olacaktı ağabey senden. Biliyorsun Cemşit rahmetli oldu. Başımıza bir sürü iş geldi, ben de biraz tatile çıkayım dedim. Evdeki hesap çarşıya uymayınca Ankara’da mahsur kaldım. Yani ağabey eğer varsa senden 4-5bin Tl falan borç isteyecektim. Burada biraz açıldım da.” Faruk söylediği yalanın ne kadar gerçek dışı olduğunun farkındaydı. Ancak bu streste aklına başka bir şey gelmemişti. Mesut bir süre telefonda ses çıkartmadan bekleyince Faruk anladığını düşündü. Sonunda Mesut konuşmaya başladı.
                     “Dostum hayırdır başına bir iş gelmedi ya? Bir de biliyorsun ben Somali deydim. Daha yeni döndüm ve yarın geri gideceğim. Bütün birikimi orada yedim. Orada yeni bir iş almak üzereyim ben de beş parasız kaldım yani. Biliyorsun olsa hemen vereyim ama bende de yok. Ama istersen…” Mesut daha sözünü bitirmeden Faruk telefonu kapatmıştı. Adamın lafı daha ağzında daha fazla gevelemesine fırsat vermemişti. Çare olarak gördüğü bir kapı daha suratına kapanmıştı. Artık yardım isteyeceği kimsesi de kalmıştı. Bir an Ruslan’ı aramayı düşündü ama o da şimdi Rusya’da olmalıydı. Onu da bu işin içine bulaştırmaya hiç gerek yoktu ve eğer başı daha fazla sıkışırsa onu aramayı aklının bir köşesine not etti.
                        Faruk telefonu pantolonunun cebine koyduktan sonra izlediği bir film aklına geldi. Orada bir kaçak, telefon görüşmesi yapıyor ve polisler onu bu konuşma sayesinde takip ederek yerini buluyor ve yakalıyorlardı. Kendisi de böyle bir şeye kurban gitmek istemiyordu. O yüzden telefonunu tekrar pantolonun cebinden çıkarttı. İçinden önemli ve işe yarayan birkaç numarayı çantasına attığı defterlerden birisinin arka sayfasına yazdı. Sonra telefonun içinde bulunan küçük sim kartını çıkarttı ikiye kırıp banyo da hâlâ yanmaya devam eden elbise parçalarının üzerine attı. Evde oldukça zaman kaybetmişti, artık ayrılması gerekiyordu. Birileri dükkana gitmiş, Ferhat’ın cansız bedenini yerde yatarken görmüş olabilirdi. Lavabodaki kül olmuş elbise parçalarını elleriyle alıp tuvalete attıktan sonra sifonu çekti ve onlardan kurtuldu. Evine son bir kez göz gezdirirken tablet bilgisayarını almayı unuttuğunu gördü. Bilgisayar onun için önemli bir ihtiyaç olabilirdi, artık her köşe başında internet vardı ve kendisi internet sayesinde belki hakkında birkaç bilgiye bile ulaşabilirdi. Bilgisayarı da çantasına yerleştirdikten sonra kapıyı çekti, alışkanlık olarak kapıyı kitledikten sonra evden ayrıldı.
                         Sırtında sırt çantası, başında korkunç bir ağrı ve korkulu bir ifadeyle sokağa atılmıştı. Bütün gözleri yüzünde hissediyordu. Yola çıkmıştı fakat bir plan yapmış değildi. Tek isteği buralardan uzaklara gitmek ve kendini biraz da olsa güvende hissetmekti.Cadde de insanların az bulunduğu tarafları tercih ediyor, genelde ıssız sokaklarda yürüyordu. Kimselerin olmadığı tenha sokaklarda gezinirken, zihninde hâlâ birkaç saat öncesini canlandırıyordu. Her ne kadar bu düşünceyi zihninden uzaklaştırmak istese de dönüp dolaşıp yine aynı görüntüye saplanıp kalıyor ve bununla beraber bir ürpermeye sahip oluyordu. Hava kararmak üzereydi, rüzgarın da etkisiyle biraz serinlemişti. Hâlen nereye gideceğine karar verememişti. Otele gitmek hem tehlikeliydi hem de cebindeki tüm parasını bir gece konaklamak için veremezdi. Şehir de yanına sığınabileceği kimse de yoktu. Daha önceleri Cemşit ile sokakta sabahladıkları oluyordu ama o zaman da arabanın içinde ısınabiliyordu. Şimdi öyle bir imkanı da, arkadaşı Cemşit de yoktu. Zaten yalnız olan hayatı iyice yalnızlaşmıştı ve bu yalnızlık beraberinde karanlığı da getirmişti.
                      Uzunca bir yol yürüdükten sonra yaşadığı muhitten epeyce uzaklaşmıştı. Tanıdık gelen yüzler ve tanıdık gelen mekânları geride bırakmıştı. Şimdi geceyi geçirecek bir yer bulmalıydı. Bu gece uyuyamayacağını biliyordu. Yani uyumaya imkanı olan bir yer bulsa bile gözüne uyku girmeyeceğinin farkındaydı. Sabahçı kahvelerinden birinde oturup, geceyi orada geçirmeyi, bu süre zarfında da önündeki zaman dilimi için bir plan yapmayı düşündü ve düşüncelerini faaliyete geçirmek için açık bir kahvehane aramaya başladı. İki yanında birbirine bitişik yapılmış eski ve yıpranmış gecekonduların bulunduğu bayırlı sokaktan aşağı doğru kafasındaki bin bir düşünceyle inmeye başladı. Derinden gelen sesleri takip ederek caddeye çıktı. Hava iyice karardığı için sokak lambaları yanmış, arabalar farlarını açmıştı. Uzaktan hızla gelen arabanın farı gözüne gelince bir anda kolunu yüzüne kapattı. Birkaç saattir karanlık sokaklarda turladığı için ışığa hemen alışamamıştı. Saatlerdir yürümenin ve bugün boyunca yaşadığı stres açlıkla birleşmişti. Kendisini çok yorgun hissediyordu, her an caddenin ortasında düşüp bayılacağımdan endişeleniyordu. Biraz acele etmeliyim diye düşündü. Caddenin kendisine göre solundan ilerleyerek açık bir kahvehane aramaya başladı. Birkaç metre ilerde caddenin karşı tarafında bir tane gördü ve oraya gidebilmek için ilerledi. Tam karşıya geçiyordu ki arkasından ince ve titrek bir bayan sesi:

                           “Faruk” diye seslendi. Sesin geldiği tarafa kafasını çevirdiğinde kimi göreceğini tahmin bile edemiyordu. O birkaç saniyelik zaman dilimi içerisinde aklından bir sürü isim kayıp geçti. Hatta bunların arasında çok uçuk bile olsa Aynur ismi de vardı. Arkasını döndü ve hiç beklemediği bir yüzle karşılaştı.  Bu beklenmedik kişi, günün yorgunluğu ve saatlerdir bir şey yememesi birleşerek Faruk’u bitirmişti. Ayaklarının ve ellerinin titrediğini hissetti, gözleri kararıyordu, biraz önce çok net gördüğü siluet mozaikleşmişti, süliete doğru birkaç adım attıktan sonra yere yığıldı ve bilinciyle beraber gözleri de kapanmıştı.

2 Ağustos 2013 Cuma

Bir Hikaye Denemesi Bölüm VII

VII.                    BÖLÜM: BİR SON VE BİR İLK
                      Sabahın ilk ışıkları perdenin arasından yüzüne vurduğunda rahatsız olmuş olacak ki pencereye arkasını dönmüştü. Bu da yetersiz gelmiş başının altındaki yastığı, başının üstüne getirmişti. Son zamanlarda sık sık olduğu gibi bugün de kendini pek iyi hissetmiyordu. Geçen her günün aksine bugün içindeki sıkıntı daha fazla gibiydi. Zira gece boyunca uyuyamamış yatakta kıvrım kıvrım kıvranmıştı. Ara sıra uykuya dalsa da rüyasında acayip şeyler görüp nefes nefese uyanıyordu. Rüyadan rüyaya atlarken biran önce sabah olması için dualar ederken, şimdi günün ışıması ve uykunun iyice bastırmasıyla zamanın durmasını ve biraz da olsa uyumayı arzuluyordu. Ama yeni bir hayat başlangıcı yapmıştı ve bu hayatta tembellik yoktu. En azından kendi kendine öyle bir söz vermişti tutamayacağını bile bile. Daha öncekilerden daha zor bir şekilde yataktan kalktı, yapılması gereken rutin işleri yaptı ve her zaman ki gibi işe gidebilmek için yola koyuldu. Dükkâna geldiğinde ortada kimsecikler yoktu. Cemşit Amca’nın bugünde gelmeyeceği çıkarımını yaptıktan sonra uzun bir uğraştan sonra dükkânın anahtarlarını buldu, cebinden çıkardı ve kapıyı açtı. İçerde ki eskimiş eşya kokusunu içine çekti. Biraz fazla çekmiş olacak ki ciğerlerine yapışan tozlar yüzünden kısa bir öksürük krizi geçirdi. Hemen arka taraftaki tezgâhta bulunan şişeden bir bardak su doldurdu, bir dikişte bitirdi. Bardağı yerine koydu, dükkânı temizlemek için tezgâhın hemen yanındaki süpürgeyi aldı. Ortalığı yeniden toza dumana kattıktan sonra temizliğini bitirdi. Son zamanlarda pek müşteri gelmiyordu. O yüzden dükkân da oldukça canı sıkılıyordu. Neredeyse okumadığı kitap kalmamıştı. Kendi yeni uğraşlar arıyordu ki birden aklına İrem geldi. Onu nasıl bulabileceği hakkında biraz kafa patlattı. Olayın neresinden tutarsa tutsun bir tarafı elinde kalıyordu. Her düşüncesinde İrem’in kim olabileceği hakkında farklı düşüncelere dalıyordu. Hatta işi o kadar ilerletmişti ki İrem’in Rus veya Amerikan ajanı olabileceğini ve kendisini yok etmek için tutulduğunu bile aklından geçirmişti. Gerçi daha sonra bu düşüncesine öyle bir gülmüştü ki, zaten arada sırada bir gelen müşteriler de onu muhtemelen deli sanarak tuhaf bakışlarla dükkânı terk etmişlerdi.
                       Zaman geçmek bilmedikçe sıkıntısı daha fazla artıyordu Faruk’un. Kendi kendine düşünmekten iyice korkar olmuştu. Neredeyse paranoyak olacaktı, belki de olmuştu da farkında değildi. Aklından tam Ferhat’ın ne zamandır dükkâna uğramadığını geçiriyordu ki Ferhat bir hışımla içeriye girdi. Derin bir yarık olan burnundan adeta alev fışkırıyordu. “Aynur” dedi içeri girer girmez. Elini yumruk şekline getirmişti. Avuçlarının arasında da bir şeyler vardı. Biraz daha dikkatli bakınca onun bir kâğıt parçası olduğunu anladı. Muhtemelen mektuptur diye geçirdi içinden. Ferhat Faruk’a kanlanmış gözleriyle sert bir şekilde bakıyordu. Gözlerini Faruk’un gözlerine dikti. Yumruğunu daha bir sinirli şekilde sıkıyordu. Sol ayağı sabit şekilde sağ ayağını sürüyerek bir adım daha attı ve bu sefer daha yüksek sesle “Aynur” diye bağırdı. “ Aynur’u sen öldürdün… Aynur’u sen öldürdün… Aynur’u sen öldürdün…” durmadan aynı şeyleri tekrarlıyordu. Sağ eli yumruk şeklinde ve içinde bir şeyleri saklarken sol elini de kafasında gezdiriyordu. Kafasını bir ileri bir geri şekilde sallayarak tekrarlamaya devam etti. “ Aynur’u sen öldürdün, katilsin sen katil, pis koca, pis katil seni öldüreceğim…” Faruk olanlara anlam veremiyordu. Ferhat cinnet geçiriyor olmalıydı ve bu cinnetin kurbanı Faruk olabilirdi. Bunu Ferhat’ın gözlerinden okumak için psikolog olmaya gerek yoktu. Uzun zamandır ilk defa böylesine korktuğunu hissetti. Son zamanlarda Tanrı’yla arası iyi gibiydi. İçinden dua etmeye bile başlamıştı. Birazdan kan döküleceğini hissediyordu ki tam o anda Ferhat içeri girdiğinden beri söylediklerini tekrar ederek Faruk’un üzerine yürüdü. Faruk tam kaçacaktı ki tezgâha çarptı. Tam o esnada iri cüssesiyle Ferhat Faruk’u kavradığı gibi kaldırdı ve bir metre kadar öteye fırlattı. Faruk’un sanki dili tutulmuştu bir şey diyemiyordu. Sadece ağzından sessiz bir şekilde “ Dur, yapma! O ben değildim.” Cümlesi dökülebildi. Ama Ferhat’ın gözü dönmüştü. Hiçbir şeyi duymuyor gibiydi. Sadece Faruk’a odaklanmıştı ve onu tekrar yerden kaldırıp tezgâha dayadı. Avucunun içindeki kâğıt yere düşmüştü. Sol eliyle Faruk’u tezgâha dayıyorken, sağ elini tekrar yumruk haline getirdi ve Faruk’un sol kulağının tam altına sertçe yerleştirdi. Yumruğun acısı daha Faruk’un beynine iletilmemişken Ferhat ikinci yumruğu burnuna indirdi. Bu sefer Faruk burnundan kan geldiğini hissedebiliyordu. Canı çok fazla yanıyordu. Ferhat ağzından salyalar saçarak “ Aynur’u sen öldürdün.” Diye bağırmaya devam ediyordu. Faruk ölümle yüz yüze geldiğinin farkındaydı. Öldürücü darbenin ne zaman geleceğini merak ediyordu. Ölümünün bir gün bir insanın elinden olacağını hiç tahmin etmiyordu. Kendi kendine ben yazar hastalığından giderim herhalde diyip dururdu. Ama hiç de öyle olmayacağa benziyordu. Aklından ölüm düşüncesi geçerken Ferhat yumrukları daha aşağıya kaydırmış ve Faruk’un kaburgalarını kırmak için hamleler yapmaya başlamıştı. Tam o esnada Faruk bir an gözünü açtı ve tezgâhta duran su bardağını gözüne kestirdi. Ölmek istemiyordu. Daha doğrusu ölümle yüz yüze gelince yaşamanın ne denli tatlı bir şey olduğunun farkına varmıştı. Sol eliyle tezgâhtaki bardağa uzandı. Can havliyle nereye vuracağını kestirmeden elini salladı ve bardak Ferhat’ın sağ boyun kısmına gelmişti. Çarpmanın etkisiyle bardak parçalanmış ve birkaç parçası Ferhat’ın boğazına saplanmıştı.  Bardaktan bir parça Ferhat’ın şah damarına denk gelmiş olacaktı ki Ferhat Faruk’u bırakarak ellerini boynuna götürmüştü. Ortalık adeta kan gölüne dönmüştü. Boynundan öyle çok kan fışkırıyordu ki Faruk o görüntüye bakmaktan bardak kırıldıktan sonra eline batan cam parçalarını hissetmiyordu. Ferhat dizlerinin üstüne çöktü. Gözleri kaymaya başlamıştı. Dizlerinin üstüne çöktükten sonra yavaş yavaş vücudunun sağ tarafına doğru yatmaya başladı. Sanki ağır bir çekimdeymiş gibi yere düştü. Sol eli titriyor, kan banyosu içinde can çekişiyordu. Faruk, Ferhat’ın yerde yatan, can çekişmekte olan bedenine bakakaldı. Biraz önce ölmeyi düşünürken, kendi bedeninin dünyada var edebilmek için başka birinin bedenini toprakta çürümeye sevk etmişti. Yaşama içgüdüsü böyle bir şey olmalıydı. Daha önce tabiri caizse karıncayı bile incitmeyen bir insan dünyada nefes almaya devam edebilmek için başka bir insanın canını almak üzereydi. Dergi de defalarca yazılarında bu insanları lanetlemiş, can almanın bedelinin her iki dünya da da ağır olacağından söz etmişti. Şimdi kendisi de lanetlediği o insanlar arasına adım atmak üzereydi. Üstü başı kan olmuştu. Elleri ve bacakları titriyordu. Bilinci bir anlığına kapanmıştı ama yavaş yavaş kendine geliyordu. Ne yapmasına karar vermesi gerekliydi. Zira fazla zamanı yoktu. Her an birisi içeri girebilir ve manzarayı görebilirdi. Kafasını bir sağa bir de sola salladıktan sonra Ferhat’ın artık eli titremeyen bedenine son bir kez baktıktan sonra dükkânın anahtarlarını masanın üzerinden alarak dışarı çıkmaya niyetlendi. Tam dışarıya doğru bir adım atacaktı ki üstünün başının kan içinde olduğunu fark etti. Hemen görü döndü ve tekrar kan gölünün üzerinden geçerek tezgâha yöneldi. Musluğu açtı önce elini, kollarını sonra da yüzünü yıkadı, arka tarafa geçti. Cemşit Amca’nın eskilerinin bulunduğu torbayı açıp oradan beli oldukça bol bir pantolon ve yakaları eskimiş bol bir gömlek bulup üstüne geçirdi. Çok komik görünüyordu ancak bu şu an için umurunda değildi. Düşündüğü tek şey bir an önce bu ortamdan uzaklaşmaktı. Ayakkabılarını da üzerinden çıkardığı kanlı tişörtün temiz kalan yerleriyle sildikten sonra kanlı kıyafetlerini eskilerin bulunduğu torbaya doldurdu. Torbayı geri eski yerine hiç el değmemiş gibi koydu, dükkânı kilitleyerek ürkek adımlarla uzaklaştı. Cadde de yürürken sanki herkesin bakışları onun üzerindeydi. O öyle hissediyordu. İnsanların en az olduğu yerleri tercih ederek yürümeye devam etti. Nereye gideceği hakkında da en ufak bir fikri yoktu. Kalbi öylesine hızlı atıyordu ki biraz sonra ağzından fırlayabilirdi. Uzun bir süre nereye gideceğini bilmeden yürüdükten sonra ıssız bir parka girdi. Ellerinde cep telefonuyla müzik dinleyen üç erkek çocuğunun dışında kimse yoktu. En köşedeki banka geçip oturdu. Burada biraz oturup ne yapacağını planlaması gerekiyordu. En büyük temennisi de Ferhat’ın cesedinin yarına kadar bulunmamasıydı. Yoksa hemen yakalanabilirdi. Vicdanı henüz harekete geçmemişti. Korku acıma duygusunu da vicdanını da bastırıyordu. Yaşama isteği insana neler yaptırıyor diye düşünüyordu. Bir insan öldürmüştü ve artık kaçak bir hayat sürecekti. Ancak nereye gideceği, kimin yanına sığınacağı hakkında aklına hiçbir şey gelmiyordu. Cemşit Amca’yı geçirdi bir an aklından. Ama onun gibi bir insan Faruk’u hemen ele verirdi. Onun asla öğrenmemesi gerekti. Adam ona güvenmişti ama o adamın dükkânında adamın sevdiği birisinin canını almıştı. Hala olayın şokunu atlatamamıştı. Bir an için Cemşit’i geçirdi aklından. O hayatta olsaydı kesinlikle onu yarı yolda bırakmazdı. Ona arka çıkar, desteğini esirgemezdi. Çünkü kardeşti onlar, hatta kardeşten de öte… Düşüncelerinden ve iç konuşmalarından sıyrılarak kafasını ellerinin arasına aldı. Başını hafifçe eğip düşünmeye başladı. Önce şu üstündekilerden kurtulmalıydı. Çünkü üstündeki kıyafetler onu hemen ele verebilirdi. Yaşının çok üzerinde giyinmiş ve şüpheli hareketler yapan titrek ve korkak bir genç. Daha fazla geç olmadan eve gidip birkaç parça eşya alıp buraları terk etmeliyim diye düşündü ve bir hışımla ayağa kalktı.
                                    Zaman kaybetmeden eve gidebilmek için parkın köşesinde bulunan taksi durağından bir taksi tuttu. Taksici orta yaşlarda sarı saçlı, uzun burunlu ve dudağının tam ortasında koca bir ben bulunan bir adamdı. Faruk’a nereye gideceğini sordu. Faruk evi tarif ettikten sonra, adamın Karadeniz şivesiyle sohbete girişme çabalarını sonuçsuz bıraktı. Olayın şokuyla şoföre bir şeyler belli etmekten korkuyordu. Şoförün sohbet ısrarı sonrasında sert bir şekilde “ İşine bak!” dedi. Bu sert çıkıştan sonra şoför ağzını bile açmadan Faruk’u gideceği yere kadar götürdü. Faruk şoförün parasını hemen verip üstünü almayı bile beklemeden arabadan indi. Elini cebine attı, zor da olsa anahtarları çıkarttı. Kapıyı açarken elinin kesildiğini ve tekrar kanlar içinde kaldığını fark etti. İçeriye girdi. Daha birkaç saat önce bu evden tek sıkıntısı işe gitmek olan birisi olarak çıkmıştı. Şimdi ise bir katil olarak geri dönmüştü. Elleri tekrar titremeye başlamıştı. Kendini hemen tekli koltuğun üzerine attı. Kanlı ellerini yüzüne kapattı ve son birkaç saat içinde yaşanılanları aklından geçirdi. Artık vicdanı yavaş yavaş etkin olmaya başlamıştı. En sonunda dayanamadı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.


13 Haziran 2013 Perşembe

Bir Hikaye Denemesi Bölüm VI



VI.                    BÖLÜM: SESSİZ GÜNÜN ÇIĞLIĞI
                 Gitmek en kolay olandır. Asıl mesele gitmek istediğin yerde, gitmek istediğin kişi de kalabilmektir. İşte o zaman bir şeyler başarabilmiş olursun. Yahut gitmek denildiği zaman akla gelen şey nedir? Nedir yani bu gitmek? Gitmek aslında içinde kalmayı barındıran bir kelimedir. Bir kere gitmek sözcüğünün içinde “gitme” diye bir şey vardır. Adı üzerinde gitme, kal. Yani kelimenin özünde bile bir ayrılamama isteği varken, gitmek ne kadar doğru bir şeydir. Gitti deriz mesela, kaybettiğimize. Ama yapılan fiili çekimlediğimizde gitme çıkar ortaya. Gitme aslında gitmek, ayrılmak eylemini belirtir. Lakin baktığımızda içinde gideni göndermeme arzusu beslenir. Şimdi kelimelerin bile derinlerinde bir yerinde gitme, gitmeme varsa gitmenin manası nedir. İnsanların kolaya kaçması, kalıp mücadele etmesi yerine ayrılıp uzaklaşması ne kadar münasip bir durumdur. İşte benim anlam veremediğim de budur.
                      Faruk eski bir kitabın arasından çıkan bu yazıyı daha fazla okumadı ve kitabın yeni sahibinin devam etmesi için tekrar eski yerine koydu. Bu şekilde yaşanmışlıkları olan şeylerde kaybolmayı, okuduğu her cümlede kendini bulmayı çok seviyordu. O yüzden sık sık antikacının kitap bölümünde zaman geçiriyordu. Neredeyse bakmadığı kitap kalmamıştı. Hemen hemen hepsini incelemiş, aralarında önceki sahiplerinin notları bulunanlara göz gezdirmişti. Yine öyle bir kitap bulmuş ve birini kaybetmenin acısıyla bir şeyler karalamış birinin yazdığı notu okumuştu. Artık öyle bir durumdaydı ki okuduğu her şeyde kendini arıyordu. Her olaya kendinden bir parça katmaya ve olayları kendiyle özdeşleştirmeye başlamıştı. Yaşadığı olaylar ona ağır geliyordu. Esrarengiz kız, Cemşit’in ölümü, nerden geldiği belli olmayan notlar, Ferhat’ın durumu yetmiyormuş gibi bir de eski anıları canlanıyordu daima. Kötü şey diyordu, bir insanla her yeri gezmek. Yarın öbür gün yollarınız ayrıldığında ayak bastığın her yer sana onu hatırlatıyor. Kafası çok karışıyordu, zaman zaman içinden çıkamayacağı düşünceler arasında boğuluyor, birisinin kafasını dağıtması için kendi kendine yakarıyordu. Bir insan varlığıyla başka bir insanı bu kadar mesut edebilir miydi? Yani nasıl oluyordu da bir insan başka bir insanın varlığıyla hayat bulabiliyordu. Ondan öncesini düşünüyordu Faruk. Hayatı ne kadar da sıradandı, tıpkı şimdi olduğu gibiydi. Tek farkı eskiden aksiyonlu bir yaşam süremiyordu şimdiki gibi… Ona o kadar kısa zamanda o kadar çok bağlanmıştı ki bir gün yok olacağını aklından bile geçirmemişti. Adeta o var diye yaşıyordu. Hayatı ona bağlamaya başlamıştı, gözlerinde tozpembe bir perde vardı her şeye o perdeden bakıyordu sanki. Düşünüyordu, insanı bir insanın varlığı böyle yaşama sevinciyle dolduruyorsa yokluğu ne yapardı? Canı çok acıyordu, ne zaman sureti zihninde canlansa karnına baş edilemez ağrılar saplanıyor, elleri havanın soğukluğuna bakmadan ter içinde kalıyordu. Birçok kere nefes alamadığına ve yerin ayaklarının altından kaydığına yemin edebilirdi. Yokluğuna hâlâ alışamıyordu, her gün onu düşünmekten gece geç saatlere kadar uyuyamıyor, sabahları da rüyalarında onu görerek uyanıyordu. Çok kez kendini bu amansız ve sonsuz düşüncelerden kurtarmak için yemin etmiş, ama ruhuna ve bedeni arzularına söz geçirememişti. Artık kendisi de bu durumdan tükenmişti. Bazen kendini olayların akışına bırakmayı, artık unutmak için çabalamamayı, hatta bunlardan kurtulabilmek için ölmeyi bile düşünüyordu. Ancak bu yıkıcı düşüncelerinden çabuk vazgeçiyordu. Yine bu şekilde kendi düşünceleri içinde boğulup, can yeleği ararken göz attığı kitaplardan birinde yine kendini bulmuştu. Her geçen gün olduğu gibi bu gün de bir daha okumamaya söz vererek yerine koyduğu bu eski, içi geçmişin acılarıyla dolu kitabı raftaki yerine bıraktı.
                     Cemşit Amca bugün dükkâna gelmemişti. O yüzden bütün iş kendisine kalmış ve dükkânı çekip çevirmeye başlamıştı. Yanında kimse olmayınca çok sıkılıyordu, Cemşit Amca’nın bereketinden midir bilinmez bugün pek müşteri de yoktu. Sandalye de oturmuş canı sıkılırken gözü yine raflardaki kitaplara kayıyor, sonra da kafasını tekrar çevirip verdiği sözü hatırlıyordu. Yine aynı şekilde dükkâna göz gezdirirken içeriye yirmili yaşlarda bir genç girdi. Saçları epey uzundu, küçücük düğme gibi bir burnu vardı, yüzünde bir tane bile tüy yoktu, saçlarının arasından biraz görünen kulağının kenarında küpe olduğunu tahmin ettiği bir pırıltı vardı. Boyu çok uzun değildi ama oldukça zayıftı. Üzerinde İngilizce yazılar olan siyah bir tişört, altında asker yeşili bir pantolon vardı. Ayakkabıları sandığı kadarıyla birkaç günlüktü ve bezdi. İçeriye girdikten sonra Faruk’a ürkekçe bir bakış atarak yanaştı:
          “Onun kim olduğunu biliyorum.” Dedi, sesinde gizemli bir hava vardı.
          “Kimin kim olduğunu biliyorsun?”
          “O kızın. Hani burada işe başlamadan bir önceki gün dükkânın önüne kadar kovaladığın sonra elinden kaçırdığın kız vardı ya işte onun kim olduğunu biliyorum.”
           Faruk oldukça şaşırmıştı. Hiç beklemediği bir anda hiç beklemeyeceği birinden duyduğu bu cümleler onu şoka sokmuştu. Çocuğun onun kim olduğunu bilmesinden çok o günü, onu nasıl kovaladığını bilmesine şaşırmış ve merak etmişti:
          “ Se-Sen nerden biliyorsun? Kimsin sen? Onu kovaladığımı nerden biliyorsun?”
          “O gün onu ilk fark ettiğin zaman, bende oradaydım. Elimde broşürler vardı, bizi konuşurken gördün, sonra o kaçmaya başlayınca sende arkasından gittin. Ben de merak ettim sizi takip ettim. Sonra da sen buradaki adamla bir şeyler konuştun içeri girdin, bende gittim.”
          “Anlayamıyorum, teker teker anlatır mısın bana, kimdi o, sen onu nereden tanıyorsun? Neden geldin, niye daha önce değil de şimdi geldin?”
         “İsmi İrem, bizim kiracımızdı kendisi. Daha önce bilmiyordum hiçbir şeyi. Evimizden apar topar taşındı. Ben de o gittikten sonra evde bir defter buldum. Orada yazıyordu buranın adresi, senin kim olduğun falan. Bende bunları kafamda birleştirdim, gelip anlatmayı uygun buldum.”
         “Bu kadar mı yani ? Beni neden takip ettiği falan yazmıyor mu orada? Sen biliyor musun peki? Daha fazla bilgi verebilir misin onun hakkında bana?” Faruk o kadar heyecanlıydı ki genç oğlanı soru yağmuruna tutuyordu. Bir ipucu yakalamıştı ve belki de birazdan her şey çözülebilirdi. Heyecanına engel olamıyor, meraklı gözlerle genç çocuğu sıkıştırıyordu.
          “Fazla bir şey bilmiyorum. Aslında bende meraktan geldim biraz da. Belki sen bir şeyler biliyorsundur diye. Benim bildiklerim bu kadar umarım sana yardımcı olmuşumdur. He bir de unutmadan söyleyeyim, sen sormadan. Nereye gittiğini bilmiyoruz. Birden eşyalarını toplayıp gitti. Şehri terk etmiş diyordu annem ama bana sorarsan sanmam. Onun seninle bir işi var gibiydi. Bizi gördüğün o günde bana, karşıdaki adama dikkatle bak Mesut demişti. Tam bakınca sen gördün devamı gelmedi. Neyse bana müsaade eğer ihtiyacın olursa bana büyük caminin yanındaki sarı evde oturuyorum, gelirsin. Görüşürüz dostum.” Dedi, uzun saçlı yeni yetme.
         Faruk hâlâ duyduklarının etkisi altındaydı. Elinde hiçbir şey yokken birkaç ipucu bulmuştu. Bunlar pek işe yarar mıydı, emin değildi ama en azından ismini biliyordu. İrem, ne de güzel bir isimmiş diye geçirdi içinden. Acaba benimle ne işi var. O gün Cemşit’in cenazesine Cemşit için değil de acaba benim için mi gelmişti diye düşündü. Parçaları teker teker birleştirme zamanı gelmişti. İlk defa başladığı bir işi tamamlamaya bu kadar istekliydi. Bu sefer yarım bırakmayacağını ve işin sonunu görene kadar çabalayacağına inanıyordu. Midesinde ki buruk ağrı birkaç günün ardından ilk defa geçer gibi olmuştu. İsmini öğrenmesi bile üzerinden büyük bir yükün kalkmasını sağlamıştı. Şu not işinin de onunla bağlantısı olduğuna artık iyice inanmaya başlamıştı. O konunun da üzerine gitmek, aradaki bağlantıyı ortaya çıkartmayı hedefliyordu. Fakat bugün Cemşit Amca’nın yokluğu ve tek başına dükkânda kalmasının yanı sıra duydukları da onu hem ruhi hem de fiziki açıdan oldukça yormuştu. Eve gidip bir duş alıp, hemen yatacağım, artık İrem’in olayına yarın bakarım diyerek dükkânı kilitledi ve yalnızlığının sarayına doğru yol aldı.

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Bir Hikaye Denemesi Bölüm V


V.                    BÖLÜM: FERHAT’IN HİKÂYESİ  

Faruk dükkâna oldukça alışmıştı. Her gün sabah erkenden dükkânı açıyor, ince uzun koridoru süpürüyor, teker teker bütün malzemelerin tozunu alıyor ve bunları zevk alarak yapıyordu. Hatta Cemşit Amca dükkâna gelmeden çayı bile koymuş oluyordu. Bugün yine öyle bir gündü. Bu aralar işler pek açık değildi. Faruk da bu boş zamanı değerlendirmek için, dükkânın arka tarafında eski kitapların bulunduğu rafları düzenlemek için kendine bir plan yapmıştı. Ancak alfabetik mi yoksa kronolojik sıraya mı dizeceği konusunda git gel yaşıyordu. Sonunda kronolojik olarak dizmeye karar verdi. Zamanı böyle böyle geçiriyordu. Tam son kitabı da yerine koymuştu ki dükkâna birisi girdi. Oldukça heybetli bir görüntüsü vardı. Kapkara kalın kaşlarının altındaki kızarmış kahverengi gözleri etrafa korku yayıyordu. Saçları oldukça kısaydı. Kocaman, kemikli burnunun üzerinde derin bir yara izi vardı. Bıyıkları neredeyse ağzının içine girmek üzereydi. Sakallarını yeni tıraş etmişe benziyordu. Ancak gözlerinin iyi görmediği buradan anlaşılabilirdi. Çünkü kocaman olan kulağının alt tarafında kalan yerlerde hâlâ tüyler vardı ve uzaktan bile belli oluyordu. Yıllardır diş fırçalamadığı dişlerinin artık sarılıktan vazgeçip siyaha doğru koşturmasından açıkça anlaşılabiliyordu. Yüzü yuvarlaktı fakat çenesi biraz öne doğru çıkıktı. 1.90 boylarında vardı, omuzları genişti. Çok fazla olmasa da biraz göbeği vardı. Üzerinde siyah, çizgili bir ceket vardı. Üzeri oldukça tozluydu. İçine ise eskiden beyaz olan ama beyaza veda edeli bayağı olmuş, krem rengine dönen bir gömlek giymişti. Bacağınada da kendine bol gelen, siyah eski bir pantolon geçirmişti. Hava sıcak olmasına rağmen hâlâ ayağında ön tarafı açılmış ve bağcıkları kopmuş asker postallarından vardı. İçeriye yayılan derin pis kokuda oradan geliyor olmalıydı. Bu adamın kim olduğu hakkında en ufak fikri yoktu. Ancak bir şeylerin ters gittiğini anlamak ahmakların bile yapacağı bir işti. Faruk böyle şeylerden fazlasıyla tedirgin olurdu. Ancak Cemşit Amca oldukça rahat bir şekilde davranıyordu. Adamı görünce ayağa kalktı sıkkın ve oldukça üzgün bir sesle:
“Gelmedi Ferhat.” Dedi.
Faruk Cemşit Amca’nın böyle bir insanı tanımasına çok şaşırmıştı ve anlam verememişti. Bir süre Cemşit Amca ile heybetli Ferhat’ın konuşmasını izledi. Cemşit Amca kısa boyuna rağmen Ferhat’ın omzuna elini koymuş ona bir şeyler anlatıyordu. Bu heybetli ve korkutucu adamın Cemşit Amca karşısında uysal bir kediye dönmesi ilgi çekici bir durumdu. Ne konuştuklarını çok merak ediyordu ama Cemşit Amca onu çağırmadığı için yanlarına da gidemiyordu. Konuşmanın bitmesini beklerken “Tarih Ağacı” adını verdikleri ve tek amacının aslında Faruk’un kendisine notu yazan kişiyi bulması olan köşeye gitti. Pek fazla kişi gelmediği için fazla da not bulunmuyordu. Rastgele bir tanesini eline aldı, okumak için, katlanmış olan kâğıdı açtı. Yazı tanıdık gelmeyince ufak bir hayal kırıklığı yaşasa da merakına yenik düşüp kâğıdı okumaya başladı:
Bugün bu dükkândan sevgilim için eski köstekli bir cep saati alıyorum. Çünkü o bunları çok seviyor. 5 yıl sonra o ve çocuğumla buraya geleceğim ve bir saat daha alacağım. Seni seviyorum aşkım.
Leyla Acun – 24.05.13 Saat: 13.55”
Ne kadar sıradan diye geçirdi içinden Faruk. Oysaki çok daha farklı ve güzel şeyler bekliyordu. Umudu kırılmış gibiydi hafiften. Ellerini krem rengi keten pantolonun cebine koydu. Yanaklarına hava doldurup, bıkkın bir şekilde ve yavaş yavaş nefesini havaya karıştırdı. Böyle olmayacağını o da biliyordu. Ama elinden başka bir şey gelmiyordu. Küçük dünyasında sıkışıp kalmıştı. Artık fazla düşünemiyordu. Ne zaman düşünmeye kalksa önüne engeller çıkıyordu. Artık öyle bir raddeye gelmişti ki kendi düşüncelerini çürütür olmuştu. Bu durum oldukça sıkıcı geliyordu. Çünkü zihninde kurduğu şeylere tam inanmaya ve harekete geçirmeye başlayacağı zaman bir başka düşünceyle onu çürütüyor, eksik yanlarını göz önüne seriyordu. O yüzden artık düşünmek bile ona acı verir olmuştu. Bu şekilde düşünemediği için uzun zamandır da yazı yazmaya ara vermişti. Hem konu sıkıntısı çekiyordu hem de iki kelimeyi bir araya getirecek gücü hâlâ kendinde göremiyordu. Bir zamanlar ne de güzel yazardı. Öyle ki kendi yer altı âleminde oldukça bilinen biri isimdi Faruk.  Elleri ceplerinde dükkânın arka tarafında volta atıp düşünmemeyi düşünürken içerideki konuşmanın bitip bitmediğini öğrenmek için kafasını rafların arasından uzatıp baktı. Cemşit Amca iri yarı ve orta yaşlarda olan, Ferhat diye seslendiği ürkütücü adamı dükkândan yolcu ediyordu. Hemen arka taraftan çıktı ve Cemşit Amca’nın yanına gitmek için iki rafın arasından yan dönerek ve biraz da sıkışarak geçti. Tek kaşını yukarıya doğru kaldırarak Cemşit Amca’nın suratına bir bakış attı. Bu bakışla kendisi sormadan Cemşit Amca’nın olanları anlatmasını bekliyordu. İstediği gibi de olmuştu. Cemşit Amca, gözleriyle biraz önce kitapları dizmek için yardım aldığı sandalyeyi getirmesi için işaret etti. Faruk katlanabilir, ahşap ve verniği soyulmuş sandalyeyi getirmek için arkasını döndü. O anda Cemşit Amca’nın cebine bir şey koyduğunu fark etti. Bir an için arkasını dönüp o neydi diye sormayı içinden geçirdiyse de her şeye burnunu sokmanın iyi bir şey olmadığını bildiği için vazgeçti. Arka taraftan sandalyeyi getirdi ve oturdu. Oldukça meraklı olduğu Cemşit Amca’nın ağzına bakan gözlerinden anlaşılıyordu. Cemşit Amca’nın ise suratında bir üzgünlük ifadesi vardı. Faruk’u daha fazla merak içinde bırakmadan yıllanmış dudaklarını araladı ve iç geçirerek anlatmaya başladı:
“ Biraz önce gelen… İsmi Ferhat’tır. Yıllardır bu mahallede kalıyor. Ben bunu çocukluğuna kadar bilirim. Babası da iyi arkadaşımdı, az çilingir sofraları kurmamıştık gençliğimizde. Bu Ferhat da gençken çok yağız bir delikanlıydı. Böyle upuzun boyu kaslı mı kaslı kolları vardı. Öyle heybetliydi ki mahallede ki tüm çocuklar korkardı ondan, kimse ses etmezdi o geçerken. Hani serseri bir çocukta değildi, severdi herkes. Hani derler ya saygının olduğu yerde korku da vardır. Bu duyguyu uyandırırdı herkes de. Gizemli bir çocuktu ama, onu tanımayanlar pek bilmezdi böyle efendi bir çocuk olduğunu, etliye sütlüye karışmadığını. O kadar yakışıklıydı ki kızlar onu görebilmek için pencere pervazlarındaki saksıları sulamak bahanesiyle saatlerce otururdu cam kenarında…” Cemşit Amca gözlerini karşı duvardaki anlamsız, eski bir tabloya dikmişti. Ferhat’ı anlatırken eski anıları gözlerinin önüne geliyordu. O anları özlediği sulanmış gözlerinden açıkça belli oluyordu. Faruk’un merakı iyice artmıştı. Ya Cemşit Amca başka birisinden bahsediyordu ya da gerçekten bu adamın başına bir şeyler gelmişti. Faruk gerçeği ve hikâyenin devamını öğrenmek için can atıyordu. Cemşit Amca gözlerini tablodan ayırdığı anda, Faruk hadi devam et dercesine bir bakış attı ve Cemşit Amca peki dercesine kafasını salladıktan sonra, derin bir iç çekti nefesini daha vermeden devam etti:
“İşte bu bizim oğlan ona yanık o kadar kızın içinde gide gide en imkânsızını buldu. Kızın adı Aynur’du. Masmavi gözleri vardı. Saçları desen buğday sarısıydı. Kızlar nasıl bizim Ferhat’a yanıksa, mahallenin tüm delikanlıları da Aynur’a yanıktı. Aynur o kadar güzeldi ki babası da daha o küçükken bu güzelliğinden başına bir iş gelecek diye onu erkenden evlendirmişti. On yedisinde ki kız otuz beşinde ki bir adamla evliydi işte. Bizim oğlan öylesine yanıktı ki bu kıza artık kapısının önünden ayrılmaz olmuştu. Deli divaneydi, Aynur aşağı Aynur yukarı anlayacağın. Ee tabi böylesine bir aşk duyulmaz olur mu? Herkesin dilinde bir Ferhat bir Aynur. Böyle böyle Aynur’un kocasının da kulağına gitti olay. Nasıl olduysa Ferhat öğrenmiş adamın duyduğunu. Haber yollamış Aynur’a kaçalım bu gece, işte falanca saatte şu dükkâna gel diye. Dükkânda benim dükkân o zamanlar daha yeni açmıştık burayı. Her neyse bunlar sözleşmişler. Ferhat geldi anlattı bana böyle böyle Cemşit Baba yardım et bana diye. Bir şeyler ayarladık bir arkadaşım vardı onları alıp Adana’ya götürecekti. Ferhat beklemeye başladı, başladı ama ne gelen var ne giden. Çaktırmadan ben gidip bir bakayım dedim oralara. Gittim baktım bir kalabalık var evin önünde, koştum daldım aralarına. Bir öğrendim ki Aynur ölmüş. Adam ayyaşın tekiydi, kimse sevmezdi onu mahallede. Bu şerefsiz herif yine içmiş bir de bu olayı duyunca eve gelir gelmez kızı dövmeye başlamış. Öyle bir dövmüş ki adam yorgunluktan bayılmış o bir köşede kız bir köşede yatıyormuş. İşte sağlıkçılar falan gelene kadar da kurtaramamışlar Aynur’u. Geri dükkâna döndüğümde Ferhat’ı bulamadım yerinde. Çok sonradan öğrendim ki yoldan geçenler konuşurken duymuş, dayanamamış, Aynur’a gidebilmek için koşturmaya başlamış deli gibi, sendelemiş tam o anda da şu köşede gördüğün bir kısmı kırık mermer bir taş var ya suratını oraya çarpmış. Burnunda ki derin yara izi o geceden kalma yani. Kafasını oraya vurunca Ferhat beyin kanaması geçirmiş. Birkaç ay komada kaldı, ölecek dediler o yaşadı. Ama artık eskisi gibi değil seninde anladığın gibi. Her sene bu zamanlar buraya gelir, bana Aynur’u sorar. Gelecekti gelmedi mi diye. Akli dengesinin bozuk olduğundan değil, çok sevdiğinden, ölümünü yakıştıramadığından, yoksa çok akıllıdır benim Ferhat’ım. Birde şu mektubu verir bana, ben yokken gelirse verirsin diye…” Hem Cemşit Amca’nın hem de Faruk’un gözleri dolmuştu. Her ikisi de ağlamamak için başlarını sağa sola çeviriyor, dikkatlerini dağıtacak bir şeyler arıyorlardı. Faruk kendisinden utanıyordu, böylesine sevdalı bir adam için düşündüklerini kendisine yakıştıramıyordu. Nasıl bir aşktı bu, aradan yıllar geçmesine rağmen her yıl gelebiliyordu, sorabiliyordu. Sevmek böyle bir şeydi işte, sevmeden önce inanmak gerekiyordu. Aşk dedikleri şeye çok kızıyordu zaman zaman Faruk. Aşk kavramı ona göre artık eski kutsallığını yitirmişti. Belki de “aşk”   Aynur’un ölümüyle beraber toprağa gömüldü ya da Ferhat’ın kalbine… Diye düşündü Faruk. Mektup da neler yazdığını merak ediyordu. Cemşit Amca’da kendisine gelince mektubun içinde ne yazdığını merak ettiğini ve görüp göremeyeceğini sordu. Cemşit Amca’nın yüzü buruştu ve cebindeki sararmış ve en az yüzü kadar buruşmuş kâğıdı çıkarıp Faruk’a uzattı. Faruk kâğıdı büyük bir titizlikle açtı ve gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Kâğıtta eğri büğrü bir el yazısıyla şu cümle yazıyordu:
“Seni seviyorum, eğer sende beni seviyorsan bana geri gel. Ne olur.”
Faruk kâğıdı tekrar katlayıp Cemşit Amca’ya uzattı. Cümle belki edebi bir cümle değildi. Ancak Ferhat ve Aynur’un sevdası hem edebi hem de ebedi olacak bir hikâyeydi. En azından Ferhat’ın Aynur’a olan sevdası. Faruk bir kez daha insanları dışarıdan gördüğü gibi yorumlamamaya yemin etmişti. Bunu bir de Aslı’yı gördüğünde yapmıştı. Ne kadar da soğuk birisi demişti görünce. Bırak bununla arkadaş olmayı, bir dakika bile geçiremem ben demişti. Ama şimdi onunla bir ömür geçirebilmek için Ferhat gibi olmayı bile göze alabilirdi. Eski anılara dalmış ve kendi acısını bu hikâyede bir yerlere oturtmaya çalışırken birden aklına Ferhat dağları delmişti aşkı için bizim Ferhat da kafasını delmiş diye bir düşünce geldi. Önce suratında pis bir sırıtış oluştu. Sonra da kendinden böyle bir şeyi düşündüğü için utandı. Artık kendisine neler olduğunu o da bilmiyordu. İnsanlarla o kadar kopuktu ki onların acısı hakkında bile kendine bir şeyler çıkartabiliyor, sonra da bu şeyleri düşündüğü için kendinden nefret ediyordu. Artık onca merak ettiği ve uğraşma peşinde olduğu şeylerin arasına Ferhat da girmişti. Ona bir şekilde yardım etmek istiyordu. Belki ona gerçeği anlatabilir ve acı da olsa bu gerçekle yaşamasına yardımcı olabilirdi. Ya da başka türlü bir şekilde yardım edebilirdi. Henüz onu bilmiyordu ama bir şekilde olayın içine dâhil olmak istiyordu. Ömrü boyunca hep, hiçbir işe yaramadığını düşünüp durmuştu. Artık elinde o kadar fırsat varken bunları değerlendirip, bir işe yaramak, en azından öyle hissetmek istiyordu. Kimse bilemez diyordu çoğu kez. Kimse bilemez bir işe yarayamamak ne demek. Bir şeye faydalı olamamak. Sadece yaşamak nasıl bir şey kimse bilemez. Attığı her adımda bir çiçek öldürmek, bir karıncayı ezmek, aldığı her nefeste bir çocuğun hakkını yemek ne demek kimse bilemez…
Saat artık geç olmuştu. Cemşit Amca Faruk’u kendi iç tartışmalarından çekerek, artık dükkânı kapatmanın vakti geldiğini söylemişti. Zaten bu kadar şeyden sonra da ikisinin de dükkânda kalası yoktu. Faruk önce ortalığı toplamayı düşünse de bu kararından vazgeçip, temizlik içini sabaha bırakmaya karar verdi. Cemşit Amca eski, deri çantasını kolunun altına sıkıştırıp dükkândan çıktı. Faruk’ da hemen arkasından çıktı ve dükkânı kilitledi. Bugün eve yürüyerek gitmek istiyordu. Hem düşünmek istemiyordu hem de bir şeyleri düşünmeye ihtiyacı vardı. Bu yüzden yürümenin iyi geleceğini düşündü ve yola koyuldu. Aklından bin bir türlü şey geçiyordu. Daha kendi içindeki buhranlarını sonlandıramamıştı. Aslı’nın onu terk edişine hâlâ alışamamıştı. Hâlâ onu görmemek için, onun olabileceği yolları kullanmıyordu. Onu hatırlamamak için beraber olduğu mekânlara yanaşmıyordu, çok sevdiği yerler bile artık onun gitmekten korktuğu yerler hâlini almıştı. Cemşit de ölmüştü. Hayatta en çok güvendiği ve her şeyini bırakabileceği bir dostu da yoktu artık. Yavaş yavaş her şey onu terk etmişti, tüm sevdikleri birer birer yok oluyordu. Daha sonra esrarengiz kız, kimliği belirsiz kişilerden gelen notlar… Çok bunalıyordu Faruk. Artık taşıyamadığına kanaat getirmişti. Yaşamak ona ağır geliyordu ama kolay pes eden birisi değildi. Eve gelmişti, kapının anahtarlarını biraz ceplerini yokladıktan sonra buldu ve kapıyı açıp içeri girdi. Girer girmez direk yatak odasına yöneldi ve kendini yatağa bıraktı. Gözlerini kapatıp uykuya dalmadan önce bir kez daha yineledi:
“ Kazanacağım.”

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Bir Hikaye Denemesi Bölüm IV

 IV.                    BÖLÜM: ÖZLENEN ANILAR



  Alarmın çalmasıyla ürpermesi bir oldu Faruk’un. Uzun zamandır bu sese  uzak kalmıştı. Ne kadar rahatsız edici bir ses olduğunu tekrar hatırladı. Elini sağ taraftaki sehpanın üzerinde bulunan ve tam olarak 7.45’i gösteren dijital saate uzattı. Saati göz hizasında havaya kaldırıp kaçı gösterdiğini görebilmek için gözlerinden bir tanesini zorla da olsa açtı ve baktı. İçinden bu saatte kalkılır mı diye küfür ederek saati erteleme düğmesine basıp tekrar uyumaya koyulacaktı ki birden aklına dün akşam ki not kağıdı geldi. Zaten onu düşünmekten gece boyu uyuyamamıştı. Şimdi tekrar aklına getirerek uykusunu kaçırdı. Bu yöntem alarmdan daha etkili bir yöntem olmuştu.  Daha sonra bugünün Pazar olduğu ve dükkanın geç açılacağı aklına gelince bir kez daha küfürü koyuverdi. Ama bu sefer o kadar yüksek sesle söylemişti ki kendi bile utanmıştı bir an. Sabah daha erkendi işine gitmesi için daha üç saati vardı. Geri uyumaya çalışırsa kalkamayacağını biliyordu. O yüzden yatağın içinde fazla kalmak istemedi ve bir iki gerindikten sonra doğruldu. Üzerindeki battaniyeyi kenara savurdu, başını iki elinin arasında alarak gözleri ovaladı ve ayağa kalktı. Önce pencereden dışarıya bir göz attı, güneş gözlerini kamaştırınca geri döndü, banyoya yöneldi. Girip bir güzel duşunu aldıktan sonra mutfağa gidip bir şeyler hazırlamak için harekete geçti. Dolapta zeytin ve peynirden başka yiyecek bir şey olmadığını görünce akşam için bir liste yapayım diye düşündü. Çeyrek ekmeğin arasına peyniri koyup sallama çayla afiyetle bir güzel yedi. Daha bir saat vardı evden çıkmasına ve oyalanacak bir şeyler aradı. Aklına çalışma odasındaki dolabın en alt çekmecesi geldi. Özel diye nitelendirdiği her şeyi oraya atardı. Biraz karıştırayım diye oraya yöneldi. Çekmeceyi açtı, içinde misafirliğe gelmiş bir çocuğun gizli çekmeceleri karıştırması gibi bir heyecan vardı. Anlam veremedi, çekmeceyi çekti ve içinde bulunan eski bir ayakkabı kutusunu eline aldı. Kapağını açar açmaz önce kulağından başlayan sonra sırasıyla ensesi, sırtı ve bacaklarına doğru inen bir sıcaklık vücudunu kapladı. Göğüs kafesi sıkışmaya başladı, nefes alış-verişlerinde düzensizleşme vardı. Gözleri yanmaya başladı, Avuç içlerinin terlediğini hissedebiliyordu, yerinde duramıyordu sanki her yer yanıyordu ve nereye dokunsa canı acıyordu. Böyle olmayalı uzun zaman olmuştu. Kaçırdığı gözlerini tekrar kutunun içine dikti. En üstte kendisinin ikisini çektiği ve onu yanağından öptüğü fotoğraf vardı. Bu fotoğrafı çok severdi çünkü çok doğal geliyordu ve onu ne kadar sevdiğini kendi gözlerinden görebiliyordu.  Elleri titreyerek fotoğrafı aldı, derin bir iç çektikten sonra kenara bıraktı.
            Faruk'un gözleri doldu, boğazı düğümlenmişti. Bir an nefes alamadığını hissetti. Çenesi titriyordu, elleri ise kendinden bağımsız hareket ediyorlardı. Oturduğu için şükretti çünkü ayakta olsa çoktan yere yığılmıştı. Bu fotoğrafı hâlâ dün gibi hatırlıyordu. Sadece kendine unutmak adını verdiği bir yalanla yaşıyordu ve bu yalan zaman zaman gerçeklerle örtüşmekte sorun çıkartıyordu.
                       Saat 9’u 55 geçiyordu. Faruk ilk gününden işine geç kalmamak için siyah spor ayakkabılarını giyip yola koyuldu. Cemşit amcanın ona dükkanı açacağını söylediği saate daha otuz beş dakika vardı. Faruk da bu zamanı yürüyerek geçirmeyi tercih etti. Kestirme olan ara sokakları kullanmayı çok severdi. Yine öyle yaptı. Pazar günü olduğu için sokaklar pek hareketli değildi. Sadece okulu olmayan küçük çocukların sokakta oynadığı ufak oyunların sesleri vardı. Birkaçına takıldıktan sonra hızla yürümeye devam etti. Dükkana yaklaştığında Cemşit amca’yı da köşeyi dönerken gördü. Geç kalmadığına tam sevinecekti ki dükkanın açık olduğunu ve Cemşit amca’nın elinde de poğaçalar olduğunu gördü. İçinden daha ilk günden hiç iyi olmadı diye sayıklayarak dükkana girdi. Biraz mahçup bir şekilde Cemşit Amca’yı selamladı. Sonra özrünü bildirmek için sıkkın bir ifadeyle :
                      “ Günaydın Cemşit Bey. Kusura bakmayın daha ilk günden geç kaldım. Aslında erkende uyanmıştım ama biraz yürümek istedim. Birde siz geç açacağım deyince ağırdan aldım. Özür dilerim bir daha olmayacak."
                       Faruk sözünü bitirdikten sonra Cemşit Amca’nın suratında hınzırca bir gülümseme vardı. Sanki Faruk’un bu sıkkın hali hoşuna gitmişti. Elindeki poğaçaları masanın üzerine koydu. İki temiz çay bardağı çıkartıp yeni demlendiği belli olan sıcak çayları doldurdu. Faruk’un sıkkın bakışlarına dayanamayınca konuşmaya başladı :
                     “Gel Faruk gel. Suç sende değil benim eski alışkanlıklarımda işte. Yılların verdiği o erken kalkma alışkanlığıyla alakalı. Uyuyamadım kalktım geldim bende dükkanı açtım. Hem dedim evladıma bir sabah kahvaltısı ısmarlayayım ilk günün hatırına. Çekinme çekinme gel otur. “
                         Faruk masaya oturdu.  Çayı şekersiz içiyordu ve aklı karışık bir şekilde çayını yudumladı. Cemşit çok tuhaf bir adamdı. Ama değişik bir şekilde de çekiciliği vardı. Bir baba yahut daha çok bir dede çekiciliğiydi bu. Sevimli, tonton dedikleri cinsten bir dede. Faruk hiç konuşmadan poğaçaları yiyip çayını içtikten sonra işe başlamadan önce Cemşit Amca’ya bir konuyu açmak istiyordu. Kendisi konuyu açamadığı için Cemşit’in anlamasını ister gibi bir şey söylemeye çalışıyormuş da çıkmıyormuşcasına bir şeyler yapmaya başladı. Cemşit bu durumu anlamış olacak ki gözlük camlarının ardından tepeden bir bakışla Faruk’a anlatması için bir işaret attı. Faruk bu onayı alınca anlatmaya başladı.
                        “ Cemşit Amca  dün ben dükkandan çıktıktan sonra birisi bana çarptı ve çantasından bir şey düşürdü. Bende eğildim aldım onu meraklanıp okudum belki bir şeyler çıkar diye hani. Ama kağıtta “ Her son yeni bir başlangıcı getirir, önemli olan noktayı koyduktan sonra büyük harfle başlamayı unutmamaktır. Harflerinin küçülmemesi dileği ile G…” yazıyordu. Kağıt yırtılmış olduğu için devamını bilmiyorum. “G” bir ismin baş harfi mi yoksa başka bir şey mi ya da bu notu düşüren kişi beni tanıyor mu falan bunlar gece boyu aklımı kurcaladı. Bu kadar şey üst üste tesadüf olabilir mi bilmiyorum. Yani ben olmayacağına inanıyorum. O yüzden eğer bu notu birisi bana bilerek yolladıysa ve o da şu hani bahsettiğim kızsa eğer illa tekrar buralara gelecektir. Dükkana beni görmeye gelebilir belki yeni bir not bırakmak için falan. Bende bir şey düşündüm hem dükkan için iyi bir iş olabilir hem de benim işim görülebilir. Şöyle bir şey düşünüyorum. Bu dükkana gelen müşteri potansiyeli belli. Bazı yerlerde olduğu gibi dilek ağacı ya da köşesi gibi bir şey yapsak. Herkes belli notlar ve tarih yazsa assa o ağaca, sonra desek ki işte bunlar burada tarih olacaklar. Hem antikacı için güzel bir reklam ve güzel bir proje olabilir hem de ben bu notu yazanı el yazısından bulabilirim. Ne dersin ? “
                     Cemşit Faruk’a biraz düşünceli bir ifadeyle baktı. Aklından Faruk’un söylediklerini tarttığı belli oluyordu. Sağ elini pek saç kalmayan kafasına attı. Birazcık kaşıdıktan sonra bir şey söylemek için nefesini içine çekti sonra vazgeçip geri verdi. Sonra tekrar nefesini içine çekti ve bu sefer konuşmaya başladı :
                   “ Şimdi evladım , söylediklerin güzel düşünceler. Ama biz bir cafe değiliz ki böyle işler tutsun burada. Ama dersen ki ben bunu bizim dükkanımıza uydururum o zaman harika şeyler ortaya çıkartabilirsin. Bu arada çok zeki bir gençsin. Ben kaç yaşıma geldim aklıma hiç böyle bir fikir gelmemişti. Dedektifçilik oynamak he. Tamamdır ya hoşuma gitti bu iş. Yapalım şunu eğlenceli olacak. Hem de sen sevineceksin, işin görülecek. Tamamdır tamam.”

                    Faruk Cemşit Amca’nın bu işi kabul etmesine sevinmişti . Gerçekten bu aralar biraz dedektifçilik oynayabilirdi. Üst üste gelen bu esrarengiz olayları çözmek kendisine kalmıştı. İşe de en son eline geçen şeyden, not kağıdından başlayacaktı. Böylece her şeyin çorap söküğü gibi geleceğini hissediyordu. Hatta bu işi çözdükten sonra biraz geçmişe dönüp terk edilmesinin gerçek sebeplerini araştırmayı düşünüyordu. Bir an onu mu önce yapmalıyım diye düşündü. Daha sonra bundan vazgeçti. Bu mesele ondan daha önemli olabilirdi. Hatta zaman zaman Cemşit’in intiharıyla bağlantılı olabileceğini aklından geçiriyordu. Çünkü hâlâ onun böyle bir şey yapabileceğine inanamıyordu. Faruk gün boyu aklından bu düşünceleri geçirdi. Olayları kendince bir sıraya koydu. Bu arada gelen birkaç müşteriye doğum günü hediyesi sattı. En çok da arkadaşına 45’lik almaya gelen on yedi yaşındaki  çocuk hoşuna gitmişti. Çünkü gençlerin eskilere özenmesi güzel bir şeydi. Faruk da popüler kültürden pek hazzetmeyen birisiydi. Pek fazla iş olmayınca dükkanı kapatıp çıktılar. Faruk Cemşit Amca’ya yarın, konuştukları mevzu için malzemeye alacağını ve biraz geç kalabileceğini söyledi ve durağa yanaşan otobüse yetişmek için koşturdu. Otobüse yetişmişti ancak nefes nefese kalmıştı. Boş bir yer bulup oturdu ve başını cama dayayıp olmuş ve olacakları hayal ederek evine doğru yol aldı.

10 Nisan 2013 Çarşamba

Bir Hikaye Denemesi Bölüm III


III.                    BÖLÜM:  YENİ BİR BAŞLANGIÇ


“ Hakkınızı helal ediyor musunuz? “
“Helal olsun.”
“Merhum için El- Fatiha”
Faruk dedesinin onu daha dokuz yaşındayken götürdüğü Cuma namazından sonra, camiye ilk gelişiydi. En son duasını da o zaman etmişti. Ama Cemşit için bir kez daha yapabilirdi. Fatiha suresini bilmiyordu. O yüzden ellerini açtı ve Allah’a Cemşit’i affetmesi için yalvardı. Cenaze fazla kalabalık değildi. Dergiden eski arkadaşlar, ortak sahip oldukları birkaç tanıdık ve daha önce Faruk’un hiç görmediği bir bayan. Faruk ağlamaktan kızarmış gözbebekleri ve uykusuzluktan morarmış gözaltıyla etrafını süzdü. Hep tanıdık yüzler görmeyi amaçlıyordu. Ama gözü baştan aşağı simsiyah giyinmiş olan, yirmili yaşlarda, esmer tenli, gözlerinde büyük güneş gözlüğü olan, saçlarını siyah bir şalla kapatmış, 1.65 boylarında ki kıza takıldı. Daha önce onu hiç görmemişti, tanıdık birisi değildi, buna emindi. Kim olabilirdi ki. Zihnini biraz zorladı, aklına kim olabileceği hakkında hiçbir şey gelmedi. Cenaze bitmiş herkes dağılmak üzereydi. Cemşit’in kimsesi olmadığı için taziyeleri de Faruk’a geliyordu. O yüzden Faruk biran önce eve geçmek istedi. Son bir kez Cemşit’in mezarına göz attı ve oradan ayrıldı.
                     Faruk eve geldiğinde Ruslan ve Nermin onları bekliyordu. Küçük evin bir odasına erkekler, biraz geniş olan mutfakta ise kadınlar oturuyordu. Faruk önce odaya girdi üç arkadaş vardı. Birisi derginin çaycısı Musa ağabey, diğerleri de Ruslan ve Ramazan. Onlara hoş geldiniz dedikten sonra mutfağa geçti orada ise sadece Nermin ve Musa ağabeyin karısı Nazan abla vardı. Onlara da hoş geldiniz dedi ve tekrar odaya döndü. Faruk’un aklı hâlâ cenazedeki o kızdaydı. Kimdi o onu düşünüyordu. Orada ne işi vardı. Tesadüfen gelmiş birisi olabilir miydi? Ama bu kadar tesadüfü de biraz zorlama olarak görüyordu. Misafirler gelip gidiyor ama Faruk’un zihnindeki o düşünce hâlâ saklı kalıyordu. O kızın kim olduğunu öğrenmeliydi. Orada neden sormadığına hayıflanırken, Ruslan Faruk’a “ Senin kafan bir şeye takılmış.” Dedi. Faruk sesin geldiği yere dönerek “ Nereden çıkardın onu, Cemşit’in gidişine nasıl dayanacağım bilmiyorum. “ dedi ve arkasını döndü. Ruslan “ Hayır bu başka bir şey seni tanıyorum. Ne zaman aklını kurcalayan bir şey olsa parmaklarını teker teker kütletirsin. Bu sefer biraz abarttın sanki dikkatli ol kırılacaklar.” Faruk Ruslan’ın haklı olduğunu biliyordu. Ona söyleyip söylememekte tereddüt etti. Sonra “ Cenaze de arka tarafta duran kızı hatırlıyor musun? Şu siyah giyimli, gözlüklü, siyah şallı kız.” Ruslan gözlerini kıstı ve cenazeyi hatırlamak için kendini zorladı. “ Ben öyle birisini hatırlamıyorum Faruk. Sen emin misin orada birisinin olduğuna? Kaç gündür uykusuzsun, üzgünsün belki hayal görmüşsündür.” Dedi, biraz kaygılı gözlerle Faruk’a baktı. Faruk Ruslan’ın dediklerinin doğru olabileceğini düşündü. Ama onu görmüştü oradaydı. Belki de Ruslan hatırlamıyordu. Evet, evet muhtemelen Ruslan hatırlamıyordu. Pek zorlamamıştı kendini hatırlamak için anlaşılan.
                    Faruk akşamı zor etmişti. Böyle şeylere pek ilgisi ve alakası olmadığı halde adettendir diye Musa ağabeyin karısı Nazan abladan rica etmiş, helva kavurtmuş ve dua okutmuştu. Zaten bir elin parmaklarını geçmeyen misafirler gittikten sonra kanepeye uzandı. Üzerinde birkaç günün yorgunluğu vardı. Bünyesi artık çökmüştü, bir an acaba bende mi öleceğim diye düşündü, sonra geçti. Cemşit’in ölümünün şokunu üzerinden atmıştı. Şimdi gerçek anlamıyla düşünmeye başlamıştı. Artık dergi yoktu, Cemşit yoktu, bugün aldığı bir haberle de Ruslan’ın Rusya’ya döneceğini öğrenmişti. Yapayalnız bir başına kalacaktı. Ev sahibi durumunu bildiği için ona birkaç ay mühlet vermişti, sözde kendisini toparlayabilmesi için. Öncelikle iş bulmalıydı. Daha sonra ev işini halledebilirdi. Bir an duraksadı ne iş yapabileceğini düşündü. Elinde yazma yeteneğinin yanında bir de çizme yeteneği vardı ki ikisi de bu devirde kolay iş bulunabilecek alanlar değillerdi. İçini büyük bir karamsarlık kapsadı. Uykuya dalmadan önce son bir kez daha cenazedeki kızın gerçek olup olmadığını düşündü ve cevabını bile getirmeden, günlerin yorgunluğuna yenik düştü.
                    Uyandığında saat sabah 11.43 ü gösteriyordu. Vücudunun dinlendiğini hissetti. Yatakta biraz gerildikten sonra, doğruldu biraz da oturur vaziyette durduktan sonra kalktı. Pencereye yöneldi, önce perdeyi sonra camı açtı. Kafasını dışarı doğru uzatıp ciğerlerini eve göre daha temiz olan havayla doldurdu. Artık hayata yeniden başlayacaktı. Çünkü sıfırlanmıştı, eskiye dair neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Üstünü giyindi, tekli koltuğa oturdu ve en son o koltuğa oturduğunda olduğu gibi  birden ayağa fırladı. Oraya nerden geldiğini bilmediği müzik setinin kumandası yine koltuğa sıkışmış ve o da üstüne oturmuştu. Bu sefer kumandayı eline aldı tam fırlatacakken vazgeçti, pencereden aşağı salladı. Ardından hiç oturmadan kendisini sokağa attı. Nereye gideceğini bilmez bir vaziyette dolaşıyordu. Şehrin tam göbeğinde bulunan sinemanın önünden geçerken karşı kaldırıma doğru kafasını çevirdi. Karşıda ki broşür dağıtan genç adama bir şeyler anlatmaya çalışan kıza dikkatlice baktı. Evet, oydu, Cemşit’in cenazesinde gördüğü o genç kızdı. Dikkatlice baktı, yanılıyor olmaktan korkuyordu. O olduğuna emin olduktan sonra karşıya geçip kim olduğunu sormayı düşündü. Yeşil ışığın yanmasını beklerken kız hareketlendi ve ara sokağa girdi. Faruk da hemen arkasından hızla yürümeye başladı. Kızın acelesi olmalıydı, çünkü ayağındaki topuklu ayakkabıya rağmen oldukça hızlı yürüyordu.  Faruk birden heyecanlandı, kendisini kızı takip ederken görünce aklına okuduğu bir roman geldi. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ındaki gibi kızı kaçırmaktan korkuyordu. Aklında bu düşünceler dolanırken korktuğu başına geldi ve kız caddenin köşesinde bulunan antikacının önünde çevirdiği taksiye bindi. Faruk arkasından koştu ama yetişemedi, biran endişelendi, yanlış anlaşılmaktan korktu. Kızı taksiyle takip etmek istedi ama cebinde sadece akşam yemeğini çıkartacak kadar para vardı. Bir kez daha parasızlığına küfür etti, antikacının önünde bulunan çöp kutusundan düşmüş pet şişeyi tekmeledi ve kendi kendine söylenmeye başladı. “Bu işte bir iş var “ deyip duruyordu. Aklından onlarca düşünce geçirdi. Kız acaba onu mu takip ediyordu. Evet, olabilirdi, “onu fark ettiğimi görünce broşürcü çocukla konuşuyormuş gibi yaptı sonra peşinden gelince de kaçtı, baktı yakalayacağım taksiye bindi.” İçinden bunları geçiriyordu. Ona oldukça mantıklı gelmişti. Ama neden onu takip ediyordu. Bu soruya bir cevap bulamadı. Kimseye borcu yoktu, Aslı gittikten sonra da hayatına hiçbir kız girmemişti. Hatta dergideki kızlar dışında konuştuğu bir kız bile yoktu. Acaba dergiden bir hayranı olabilir miydi? Bu düşünce de kafasına yatmıştı. Kaldırımın ortasında düşüncelere dalmışken antikacıdan çıkan yaşlı bir sesle irkildi. “ Hayırdır delikanlı bir sorun mu var? Deminden beri seni izliyorum, pet şişeyi tekmelemeler, kendi kendine konuşmalar falan, iyi misin? İçeri gel, bir su vereyim kendine gel.” Faruk biran nerde olduğunu unutmuştu. “ doğru ya, herkes beni deli sanacak” dedi içinden. Yaşlı sesin geldiği amcaya dönerek “ Sağ ol bey amca, birini takip ediyordum da.” Yaşlı amcanın tuhaf bakışlarından sonra ekledi.” Yani takip ediyorum derken, onu daha önce de görmüştüm de orada ne işi vardı diye, şimdi tuhaf oldu biliyorum ama öyle amca, ama kötü bir niyetim yok vallahi.” Faruk anlatma çalışırken daha da saçmaladığının farkına vardı, sustu. “ Hele geç bir içeri delikanlı, bir soluklan, çayımı iç, derdini anlat bakalım. “ dedi yaşlı amca. Faruk teklifi geri çevirirse daha fazla yanlış anlaşılacağını düşündü ve içerdi girdi.
                     İçeride çok değişik, aşina olmadığı ama hoşuna giden bir koku vardı. Antikacı dükkânı dar uzun bir koridoru andırıyordu. Sağ tarafında eski bir dolap vardı. Sanırım Osmanlı zamanından kalma diye düşündü, onun önünde ne olduğunu anlayamadığı ama teraziyi andıran bir şey vardı. Sol tarafında ise duvara asılmış bir halı vardı. Üzerinde Arapça yazılar bulunuyordu. Üzerindeki desenler bir savaşı anlatıyor olmalıydı. Tam aklından antikacıların olmazsa olmazı pikabı geçirirken bir sehpanın üzerinde duran radyoya gözü ilişti. Hatırlamıştı, dedesinin de buna benzer bir tane radyosu vardı, hiç ellettirmezdi, en kıymetli eşyasıydı onun için bir de cep saati vardı. Anılardan ayrıldıktan sonra biraz ilerideki daktiloyu kesti, içinde tarifsiz bir duygu kıpraştı. Yazar olmanın getirdiği bir şey olmalı diye düşündü. Antikacı amcanın çektiği tabureye oturdu. Amca bilgece bir sesle “ Adın nedir senin genç” dedi.
                “ Adım Faruk, senin adın ne peki amcacım”
                  “ Benim adım Cemşit, hem meslekten hem de kafadan dolayı bana antika Cemşit derler.” Dedi Cemşit amca. Faruk birden duraksadı. Cemşit pek yaygın bir isim değildi. Tam da Cemşit’i kaybetmişken bir başka Cemşit’i bulmuştu. Biraz suskun kaldı, dişi kitlenmiş gibiydi. Cemşit Amca “ Ne o beğenmedin mi ismimi, bir rengin attı bir şeyler oldu? “ dedi, yorgun sesiyle, biraz da yaşlılığın verdiği alınganlıkla. Faruk derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı. “ Estağfurullah amca, beni buraya getiren olaylar da Cemşit ile başladı. Şöyle izah edeyim, benim hayatta sahip olduğum tek ve en iyi dostumun adı da Cemşit’ti. Onu dört gün önce kaybettik. İntihar etti, beni bırakıp gitti bir başıma. Sana biraz önce bahsettiğim takip etme olayı vardı ya hani. İşte o kızı da Cemşit’in cenazesinde görmüştüm. Daha önce hiç görmediğim birisiydi. Cemşit ile biz kardeş gibiydik yani birbirimizin her şeyini bilirdik, tanıdıklarımız hep ortaktı. O yüzden kim olduğunu öğrenmek istedim. Sanırım beni takip ediyor, bugün beni fark etmiş olmalı ki kaçmaya başladı. Beni buraya getirdi ve taksiye bindi gitti. Sanki seninle tanışmamı istiyor gibi değil mi? “ dedi bu son cümleyi yeni kurmuştu ve kafasında şimşekler çakmaya başlamıştı. Her şey aydınlanabilirdi, belki Cemşit amca tüm sorularına cevap verebilirdi. Anlatmayı bitirdikten sonra umutla Cemşit amcanın yorgun ve yeşil gözlerine baktı. Aradığı cevabı bulacağından emin gibiydi. Cemşit amca şaşırmıştı, sanırım anlam vermeye ve Faruk’un anlattıklarını kafasında birleştirmeye çalışıyordu. Faruk’un meraklı bakışlarıyla söze başladı. “ Faruk evladım, kaybın için üzüldüm. Ama anlattıklarına bir anlam veremedim. O kız neden seni bana getirsin. Belli ki büyük bir tesadüf olmuş. Zaten hayatta tesadüflerin ürünü değil midir? Dediğin şekilde bir kız tanımıyorum ben, böyle bir şeyden haberim yok yani.  Tesadüfe değil de kadere inanırım ama. Seni buraya getiren ne tesadüf ne de o kız oldu. Seni buraya kaderin getirdi evlat. Başından geçen olayları bir hatırla ne kadar planlanmış ne kadar tesadüf olabilir ki?  “ Faruk Cemşit Amcanın dediklerini düşünüyordu. Bu aralar beyninin kendini bir şeylere bağlamaya çalıştığını düşündü. Çünkü söylenilen her şey ona mantıklı geliyordu ve hemen kabulleniyordu. Yine aynısı oldu, Cemşit amcanın dediği gibi başından geçen olayları düşündü. Tesadüf olması imkânsızdı. Eğer planlanmışsa da mükemmel bir plandı. Kader gibi şeylere fazla inanmazdı ama Cemşit amca o kadar etkileyici konuşmuştu ki inanmaya başlamıştı. Çayı soğumuştu bir dikişte bitirdi. Birden plansız bir şekilde ağzından “ iş arıyorum.” Cümlesi çıktı. Sanki Cemşit amcanın yanında olmak ona iyi gelecekti. Bir umut onu işe alacağını düşündü.
                   “ Dükkânın halini görüyorsun evlat, pek büyük sayılmaz, ama Allah’a şükür geçindiriyor, seni zengin etmez belki ama aç da bırakmaz. Seni sevdim içi dışı bir, delikanlı bir gence benziyorsun. İnsanları bir bakışta tanıdım artık ne de olsa otuz beş yıldır bu işi yapıyorum. Bende yaşlıyım zaten çoğu şeyi yapamıyorum artık, akşam yedi dedin mi uykum geliyor. Eğer sende kabul edersen gel bana yoldaş ol.”
Faruk bu teklifi bekliyordu. Hiç düşünmeden “çok isterim” dedi. Aklındaki tek düşünce o kızın tekrar buradan geçeceği ve bu sefer onu yakalayıp ne istediğini sormaktı. Artık her şeyi akışına bırakmıştı. Bu yeni başlangıcın ilk günüydü ve pek de kötü gitmiyordu. Hatta geçmişinin aksine çok iyi gittiği bile söylenebilirdi. Antika Cemşit ile konuşup anlaştıktan sonra ertesi gün işe başlamak için dükkândan dışarı çıktı. Hava kararmıştı, çalışanlar işten çıkmış evlerine yetişme telaşıyla etraflarına bakmadan yürüyorlardı. Onlardan birisi Faruk’a çarptı ve çantasından bir not düştü. Faruk yere düşen notu almak için eğildi, iki parmağının ucuyla kıstırdı ve çekti. Ne yazdığını okumak için ikiye katlanmış ve bir kısmı yırtılmış kâğıdı açtı ve okumaya başladı. “ Her son yeni bir başlangıcı getirir, önemli olan noktayı koyduktan sonra büyük harfle başlamayı unutmamaktır. Harflerinin küçülmemesi dileği ile G…” Kâğıt yırtılmış olduğu için devamını okuyamadı ama tüyleri ürpermişti, kimliği meçhul sıradan bir kimse onun yeni başlangıcını biliyordu sanki gülümsedi ve yürümeye devam etti.