Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı
7 Aralık 2012 Cuma
Böylesi de var.
Hayatımda hiç kimseye seni seviyorum demedim, demek istediklerim oldu ama beklemediler. Çünkü seni seviyorum çok ağır bir ifade. Seni seviyorum, sadece bir cümle, iki kelime ya da 13 harf değil. Daha farklı, daha ağırlığı olan, basite indirgenemeyecek bir şey. Kimileri beni bu konulara soğuk sanıyor. Tabiri caizse "odun". Belki öyleyim ama herkesin ağzında sakız edilmeyecek şeyler de vardır.Seni seviyorumun bir özelliği olmalı. Öyle her önüne gelene söylenmeyecek bir sözdür. Bir kere bu "sevmek" erdemine yapılmış en büyük saygısızlık olur. Seni seviyorumla başlayan yılışıklaşma hareketlerinden sonra, aşkım, cicim gibi söylemlerde bana çok cıvıkça gelir. Yapış yapış olmuş, ağızdan ağıza çiğnenmiş, ıslak kelimeler... Üç günlük sevgililer de Otuz yıllık evlilerde aynı şey kullanıyor. Peki nerde kaldı bunun özelliği ? Otuz yılını bu "aşka" vermişlere saygısızlık değil mi daha dün tanıdığı insana "aşkım" diyenin yaptığı ? Ha, evet aşkın süresi olmaz. Ama gerçek aşkta - ki aşk diye bir şey gerçekten varsa - geçerlidir bu. Bugün aşkım dediğin birinden yarın başkasına aşkım demek için ayrılırsan yahut saçma nedenlerden dolayı son vermeye kalkışırsan nerde kaldı bu "aşk"ın gökselliği ? Bunu aklım almıyor işte. Aşkım dediğin kişi tek olmalı. Bir tek kişiye mahsus olmalı, bu kadar ortalık malı olmamalı. Ve tabi ki aşkın süresi olmaz ama gururu olmalı. Eğer birisine aşkım dediysen, aşkım o kişide kalmalı. Aşık olduğunu hissetirmek için illa da aşkım demek, bunu kelimelere dökmek de gerekmez. Gerektiği zaman aşk bir bakışla, bir dokunuşla anlatılmalıdır, anlanmalıdır. Ve sonunun düşünüldüğü ilişkimsiyeyse aşk denmez. Aşk denseydi sonu düşünülmezdi. Aşkım lafı o kadar yılışklaştı ki günümüzde bakıldığı zaman insan evladı, hayran olduğu kişiye, yakın bir arkadaşına hatta kedisine, köpeğine bile aşkım diyorken, ben dünyanın en erdemli şeyi olan sevgimi verdiğim insana aşkım demeyi saygısızlık bilirim. Bu kutsallığı kelimelere dökmeyi günah sayarım. Lakin aşkı ifade etmek için de tek bir kelime yetmez, hiçbir kelime yetmez. Eğer "aşk" dediğimiz şey kelime yetmezliğinden bitecekse hiç aşk olmamıştır zaten.
13 Kasım 2012 Salı
İnsan Mikseri .
İnsanın karşısına ne çıkacağı belli değildir. Her zaman her şey olabilir. Birden aşık da olabilirsin, nefret de edebilirsin. Hepsi insanın o anki ruh hâliyle ilişkilendirilebilir. Ama en kötüsü de kendi duygularının tercümanlığını o dili bilmeyen başka birisine yaptırmaktır. Karşındakine yapabileceğin en büyük saygısızlıktır bu insan olarak. İnsan olanın yapmaması gereken bir saygısızlık. İnsanın kendine de yaptığı bir eziyettir bu. İstemediği halde istediğini sandırıldığı şeyleri, yarı istemsiz şekilde ifade edilmeye zorlanması. Zorlanması diyorum çünkü kendi düşüncesi olmayan bir şeyi başkasına idame etmek bana göre zorlamadır. Bunu yapanlar da genelde en yakınım dediğin "arkadaşların"dır. Bana göre bu bir iktidar çabasıdır. Kendi içinde hükmü olmayanların başkalarının hayatlarına egemen olma çabası. Ne kadar içler acısı bir durumdur bu. Başkalarının hayatına yön vermeye çalışarak egosunu tatmin eden insanların varlığı oldukça mide bulandırıcıdır. Nedense bunu yapan kişilikler etraflarında çok sevilirler. Yani onu sevenler ya da sevdiğini sananlar vardır. Çünkü o hayat karıştırıcılar öyle istemiştir. Beni sevmelisin ! Bundan kurtulmanın tek yolu cesarettir. Cesaretlenmek onları def etmeye yeter. Çünkü bu arkadaşlar kendilerinde olmayan cesareti, hayatlarını karıştırdıkları insanlarda görünce korkarlar. Korku ise insanın içini kemiren bir faredir. Fare ise mide bulandırır. İki mide bulandırıcı bir birini yok etmeye yeter.
Zaman Geçiyor Tutmalısın.
Zaman her şeyin ilacıdır diye bir inanış var.Bence zaman her şeyin ilacı değildir. Olsa olsa antibiyotiği olur, ona da tam ilaç demem ben. Çünkü antibiyotik de zaman gibi hemen geçirmez, hatta hiç geçirmez. Yalnızca erteler veya geciktirir. Zaman aslında hiçbir şeyi düzeltmez sadece üstünü örter. Zaman insanın battaniyesidir. Üşür ve üstüne çeker ama sadece ısınana kadar. Zaman, bakıldığında o kadar geniş bir kavramdır ki neresinden tutacağını bilemezsin. Yahut zamanın bir yerinden tutabilir misin ? Çoğu kimsenin zamanı durdurmak, geri almak ya da geleceğe gitmek gibi hayalleri, istekleri vardır. Kimileri bunu yaptığı hataları düzeltebilmek için, kimisi de yaşadığına inanmak için yapar bunu. Ama kimse şu anın değerini bilenler kadar mutlu değildir. Geçmişte, gelecekte, şimdide onlarladır. Bir de bazıları vardır ki onlar zamanın ta kendisidir. Zamanı yaşayanlar, yaşatanlardır onlar. Zamansal hiçbir sıkıntısı bulunmayan. Geçmişi de yaşamış, şimdiyi de yaşayan ve geleceği de yaşayacak olanlardır. Ve her insan zamanın yer yüzünde bıraktığı bir yara izidir. Her insanın da bir yara izi vardır. Sanır ki o yara izi zamanla kapanır. Kapanmaz. Hiçbir zaman insanda açılmış yara kapanmaz, iz bırakır. Ve o yara izi her zaman orada kalır. Zaman sahtekardır. Zaman bir şeytandır ya da Tanrı'dır. O yüzden bir bedene sahip değildir. Yahut ruh üflenmememiştir. Her ne kadar insanoğlu kendini avutmaya çalışsa da zaman ondan daha zekidir. Şimdiyi geçmişe çevirir ve gelecekte acı verir.
Beklemek ise en korkunç halidir yaşamın. Zamanın en büyük, en tehlikeli silahıdır. Seni oyalar zaman bekleme silahıyla. Sen beklerken o geçer. Sana birini bekletir ama binler sen beklerken akıp gider.Ufak bir umut ışığıdır beklemek. Bir telefon mesajı beklersin mesela. Kalkarsın sabah bakarsın telefonuna, ama sadece saati görürsün. Asıl mesaj da budur aslında. Zaman geçiyor, geçti, geçecek.
Beklemek ise en korkunç halidir yaşamın. Zamanın en büyük, en tehlikeli silahıdır. Seni oyalar zaman bekleme silahıyla. Sen beklerken o geçer. Sana birini bekletir ama binler sen beklerken akıp gider.Ufak bir umut ışığıdır beklemek. Bir telefon mesajı beklersin mesela. Kalkarsın sabah bakarsın telefonuna, ama sadece saati görürsün. Asıl mesaj da budur aslında. Zaman geçiyor, geçti, geçecek.
13 Eylül 2012 Perşembe
Eksik bir şey mi var ?
" Eksikler aslında hayatta tat veren şeylerdir." Diye başladı söze.Ve : " Eksiklerimin olmasını, hayatta her zaman bir şeylere ihtiyaç duymayı seviyorum." dedi, ben onun yüzüne anlatmak istediğini anlamaya çalışır şekilde bakarken.
- Nasıl yani ne demek istiyorsun ? diye sordum. Yerinden kalktı kapıya doğru yöneldi sonra fikrini değiştirip masanın üzerinde duran cam sürahiden kendisine bir bardak su doldurdu, tek nefeste hepsini içti. Bardağı yerine koyarken gözüyle benim de isteyip istemediğimi sorarcasına baktı.Tepki vermeyince bardağı elinden bırakıp tekrar kapıya doğru yönelirken ellerini havaya kaldırıp göğsünü öne çıkararak gerindi ve anlatmaya başladı:
- Şöyşe düşün; Mutluluğu bir düşün mesela. Seni neyin mutlu ettiğini düşün. Yani demem o ki mutlu olabilmen için sahip olmadığın bir şeye sahip olman gerekir. Ancak o zaman gerçek mutluluğun tadına varabilirsin.
Sözünü bitirdiğinde hiçbir şey anlamamıştım. Yine uykusuz kaldığı bir gece de gözlerini tavana dikip hayatın kendisine haksızlık ettiği için hayıflanarak, bir şeyler saçmaladığını düşündüm. Anlamış olacak ki gözlerini devirerek arkasını döndü ve devam etti:
- Mesela en ufak mutluluklarını hatırla. Hatırlıyor musun babanın sana elinde havalı bir kornayla geldiğini. Bip bip öttürmeye başlamıştı eve girdiğinde. Hemen anlamıştın bunun ne anlama geldiğini. Uzun zamandır istiyordun çünkü onu. Mahallede bütün arkadaşlarının vardı, yarış yaparlardı. Ama senin bir bisikletin yoktu. Sen üzülme diye seni vasıfsız bir hakem yaparlardı. Herkes kendi kafasına göre hareket ettiği halde. Her neyse, evet bir bisikletin yoktu, o sende eksikti, baban sendeki o eksiği tamamladı. Böylece sende mutu oldun. Ama bu mutluluk kısa sürmüştü. Çünkü bu eksikliğin karşılanmıştı. Artık daha başka eksikler ortaya çıkmıştı.
İnsanoğlunun eksikliği asla tamamlanmaz. Daima ihtiyacı olan şeyler vardır. Bir bisikletin olmuştu mesela. Ama çağa ayak uydurmak suretiyle bir bilgisayarın yokstu. Bu da yeni bir eksiklikti senin için. Yeni bir mutsuzluk kaynağı. Bu seferde bilgisayar yoksunluğunun karşılanması için istekte bulundun. O da gerçekleşti ve yeniden mutluluğu tattın. Bu hep böyle devam etti. Senin mutlu olman için eksik olman ve akabinde karşılanması gerekti ve karşılandı sende mutlu oldun.
Bu sefer tam anlamıyla neyi kastettiğini anlamıştım. Ve saçmalıyor diye düşündüğüm şeyler bana oldukça mantıklı gelmişti. Anlattıklarını harfi harfine yaşamıştım. Eminim ki herkes aynı şeyleri yaşamıştır. Hoşuma gitmişti. Daha fazla dinlemek istiyordum hiç kesmeden devam etmesini istedim. Ama önce yerimden kalktım çünkü oturduğum sandalye rahatsız ediciydi. Dikkatim ister istemez dağılıyordu. Yerimden kalkıp pencerenin önündeki tekli koltuğa geçtim. Sandalyeye nazaran daha rahattı. Eski tip koltuklardandı. Geniş, uzun, minderli. Minderi oturunca biraz içine çöktü. Ayak ayak üstüne attım ve devam etmesi için gözüne baktım. O yerinden memnundu fakat ağzı kurumuş olacak ki kalkıp bir bardak daha suyu kafaya dikti ve yerine geçti. Devam etti :
- Tabi ki her eksikliğin tamamlanması da mümkün değildir. Yani yalnızca bir tane olan ve başka kişilere ait olan şeyler de vardır. Hani başkalarının eksiklerinin tamamlanmış hali, başkalarını mutlu eden varlıklar ya da ruhlar. Ne kadar istesende gerçekleşmeyecek, tamamlanmayacak eksiklikler.Ve sonrasında mutsuzluk...En çok acı veren gerçeklik.En acı verici duygu. Ama yaşanması en gerekli duygulardan bir tanesi. Neden ? diye soracaksın. Sence de çok basit değil mi cevabı ? Mutsuzluk da bir eksikliktir. Mutlu olanın eksikliği. Hayatta her zaman da mutlu olamazsın. Zaten buna da mutluluk denmez. Mutluluk eksik olmaktır aslında. Umut etmektir. Gerçekleşeceğine inanmaktır. İnancın uğruna çabalamaktır.
Akşam olmak üzereydi. Artık sokak lambaları bir bir yanıyordu. Sokakta oynayan çocukların anneleri akşam olduğu için evlatlarını eve çağırıyordu. Odanın içeriside karanlık olmuştu. Ayağa kalktım, perdeyi çekip ışıkları yaktım. Karnın aç olup olmadığın sordum. Kafasını hayır anlamında yukarı doğru kaldırdı. Kendime kahve yapmaya gideceğimi söyledim. İster misin ? diye sordum. Kafasıyla onayladı. Bu tür konuşmalarımız sırasında konuşulan konunun dışında hiçbir şekilde konuşmazdı. Sinir bozucu bir durum gibi duruyordu. Bunu sorduğumda ise " kafamı başka şeylere yönlendirmek istemiyorum. O zaman dikkatim dağılıyor, konudan kopuyorum." demişti. Hak vermiştim kendisine. Kahveleri yapıp geldim. Bir iki yudum içtikten sonra, devam etmesini bekledim. Sanırım ben kahve yaparkan iyice toparlamıştı. Kahve kupasını eline alıp ayağa kalktı, perdeyi aralayıp dışarı baktı. Sıkılgan ve ince bir ton da devam etti:
- Sevmek de bir eksikliktir bence. Sevilmemenin eksikliğidir. Sonunda mutlu olmayı umut ettiğin bir noksanlık. Sınırı en ince olan bir eksilktir bu. Öyle ki senin eksik olduğun şey belki başkasında tamdır. Göreceli de bir kavramdır bu sevgi eksikliği. Herhangi birinin seni sevmesiyle giderilemeyecek bir şeydir. Senin istediğin birinin seni sevmesiyle tamamlanacak olan bir şey. Belki de asla gerçekleşemeyecek bir durumdur. Çünkü daha önce bahsettiğim gibi senin istediğin kişi başka birisinin tamlayanı olabilir. Tamlayan ve tamlananla güzel bir cümle oluşturmuş olabilirler. Sen bu cümlenin içine karışmak istersen cümleyi devirebilirsin. O yüzden cümleni tamamlamak için umut edersin, çabalarsın, hayatına zevk katarsın. Belki üzülürsün, hatta çok üzülür, kahrolursun ama hayatın tadı burada. Her istediğin şey gerçekleşseydi. Bütün eksikliklerin tamamlansaydı - ki bu mümkünatı olmayan bir şey - yaşamındaki son noktaya gelmiş olacaktın. O yüzden ben seviyorum eksik kalmayı. Bir şeylerden yoksun yaşamayı. Hoşuma gidiyor çabalamak, hayal kurmak.
Oldukça etkilenmiştim anlattıklarından. Söyledikleri şeylerde ki kişilere kendimi koydum. Ne kadar da doğruydu. Hep şikayet ederdim, eksik kaldığım için. Bana kendimi görme fırsatı sağladı. İyi olmuştu. Kalktı yerinden, evin içinde bir iki tur attıktan sonra, kapıya yöneldi. "Artık çok geç oldu ben gideyim." dedi. Oturmasını söyledim ama dün uyuyamadığını eve gidip biraz kestireceğini söyledi ve çıktı. Onu yolcu ettikten sonra içeri döndüm. Koridordan oturma odasına göz gezdirdikten sonra çalışma odama gittim. Kapıyı açtım, çalışma masama doğru yürüdüm. Çalışma masamın üzerinde zürafayı andıran bir masa lambası, birkaç parça kağıt, bir kalemlik, kalın bir sözlük ve sözlüğün yanında eksiklerimi gidermek için hergün içine bir miktar para attığım, bana İzmir'de bir bankada çalışan arkadaşımdan hediye gelen kumbara vardı. Kumbarayı aldım, hemen içini açtım ve paraları çıkardım. Teker teker saydım. Tam 294 lira vardı. Parayı alıp cebime koyduktan sonra üzerime kapının arkasında duran yeşil renkte el örgüsü hırkamı aldım. Dışarı çıktım, kazan dairesinin bulunduğu kata indim. Ve hemen kazan dairesinin bulunduğu kapının çaprazında bulunan kapıyı çaldım. Kapıyı apartman görevlimizin 10 yaşındaki küçük kızı açtı. Cebimdeki 294 lirayı çıkartıp avucuna koydum. Hiçbir şey demeden dışarıya çıktım. Parka doğru yürürken içimi tatlı bir mutluluk kaplamıştı. Maddi eksiklerimi kapatmak için biriktirdiğim para başkasının maddi eksikliğini karşılayacaktı aynı zamanda benim de manevi eksikliğimin bir bölümü karşılanmıştı. Mutluydum.
- Nasıl yani ne demek istiyorsun ? diye sordum. Yerinden kalktı kapıya doğru yöneldi sonra fikrini değiştirip masanın üzerinde duran cam sürahiden kendisine bir bardak su doldurdu, tek nefeste hepsini içti. Bardağı yerine koyarken gözüyle benim de isteyip istemediğimi sorarcasına baktı.Tepki vermeyince bardağı elinden bırakıp tekrar kapıya doğru yönelirken ellerini havaya kaldırıp göğsünü öne çıkararak gerindi ve anlatmaya başladı:
- Şöyşe düşün; Mutluluğu bir düşün mesela. Seni neyin mutlu ettiğini düşün. Yani demem o ki mutlu olabilmen için sahip olmadığın bir şeye sahip olman gerekir. Ancak o zaman gerçek mutluluğun tadına varabilirsin.
Sözünü bitirdiğinde hiçbir şey anlamamıştım. Yine uykusuz kaldığı bir gece de gözlerini tavana dikip hayatın kendisine haksızlık ettiği için hayıflanarak, bir şeyler saçmaladığını düşündüm. Anlamış olacak ki gözlerini devirerek arkasını döndü ve devam etti:
- Mesela en ufak mutluluklarını hatırla. Hatırlıyor musun babanın sana elinde havalı bir kornayla geldiğini. Bip bip öttürmeye başlamıştı eve girdiğinde. Hemen anlamıştın bunun ne anlama geldiğini. Uzun zamandır istiyordun çünkü onu. Mahallede bütün arkadaşlarının vardı, yarış yaparlardı. Ama senin bir bisikletin yoktu. Sen üzülme diye seni vasıfsız bir hakem yaparlardı. Herkes kendi kafasına göre hareket ettiği halde. Her neyse, evet bir bisikletin yoktu, o sende eksikti, baban sendeki o eksiği tamamladı. Böylece sende mutu oldun. Ama bu mutluluk kısa sürmüştü. Çünkü bu eksikliğin karşılanmıştı. Artık daha başka eksikler ortaya çıkmıştı.
İnsanoğlunun eksikliği asla tamamlanmaz. Daima ihtiyacı olan şeyler vardır. Bir bisikletin olmuştu mesela. Ama çağa ayak uydurmak suretiyle bir bilgisayarın yokstu. Bu da yeni bir eksiklikti senin için. Yeni bir mutsuzluk kaynağı. Bu seferde bilgisayar yoksunluğunun karşılanması için istekte bulundun. O da gerçekleşti ve yeniden mutluluğu tattın. Bu hep böyle devam etti. Senin mutlu olman için eksik olman ve akabinde karşılanması gerekti ve karşılandı sende mutlu oldun.
Bu sefer tam anlamıyla neyi kastettiğini anlamıştım. Ve saçmalıyor diye düşündüğüm şeyler bana oldukça mantıklı gelmişti. Anlattıklarını harfi harfine yaşamıştım. Eminim ki herkes aynı şeyleri yaşamıştır. Hoşuma gitmişti. Daha fazla dinlemek istiyordum hiç kesmeden devam etmesini istedim. Ama önce yerimden kalktım çünkü oturduğum sandalye rahatsız ediciydi. Dikkatim ister istemez dağılıyordu. Yerimden kalkıp pencerenin önündeki tekli koltuğa geçtim. Sandalyeye nazaran daha rahattı. Eski tip koltuklardandı. Geniş, uzun, minderli. Minderi oturunca biraz içine çöktü. Ayak ayak üstüne attım ve devam etmesi için gözüne baktım. O yerinden memnundu fakat ağzı kurumuş olacak ki kalkıp bir bardak daha suyu kafaya dikti ve yerine geçti. Devam etti :
- Tabi ki her eksikliğin tamamlanması da mümkün değildir. Yani yalnızca bir tane olan ve başka kişilere ait olan şeyler de vardır. Hani başkalarının eksiklerinin tamamlanmış hali, başkalarını mutlu eden varlıklar ya da ruhlar. Ne kadar istesende gerçekleşmeyecek, tamamlanmayacak eksiklikler.Ve sonrasında mutsuzluk...En çok acı veren gerçeklik.En acı verici duygu. Ama yaşanması en gerekli duygulardan bir tanesi. Neden ? diye soracaksın. Sence de çok basit değil mi cevabı ? Mutsuzluk da bir eksikliktir. Mutlu olanın eksikliği. Hayatta her zaman da mutlu olamazsın. Zaten buna da mutluluk denmez. Mutluluk eksik olmaktır aslında. Umut etmektir. Gerçekleşeceğine inanmaktır. İnancın uğruna çabalamaktır.
Akşam olmak üzereydi. Artık sokak lambaları bir bir yanıyordu. Sokakta oynayan çocukların anneleri akşam olduğu için evlatlarını eve çağırıyordu. Odanın içeriside karanlık olmuştu. Ayağa kalktım, perdeyi çekip ışıkları yaktım. Karnın aç olup olmadığın sordum. Kafasını hayır anlamında yukarı doğru kaldırdı. Kendime kahve yapmaya gideceğimi söyledim. İster misin ? diye sordum. Kafasıyla onayladı. Bu tür konuşmalarımız sırasında konuşulan konunun dışında hiçbir şekilde konuşmazdı. Sinir bozucu bir durum gibi duruyordu. Bunu sorduğumda ise " kafamı başka şeylere yönlendirmek istemiyorum. O zaman dikkatim dağılıyor, konudan kopuyorum." demişti. Hak vermiştim kendisine. Kahveleri yapıp geldim. Bir iki yudum içtikten sonra, devam etmesini bekledim. Sanırım ben kahve yaparkan iyice toparlamıştı. Kahve kupasını eline alıp ayağa kalktı, perdeyi aralayıp dışarı baktı. Sıkılgan ve ince bir ton da devam etti:
- Sevmek de bir eksikliktir bence. Sevilmemenin eksikliğidir. Sonunda mutlu olmayı umut ettiğin bir noksanlık. Sınırı en ince olan bir eksilktir bu. Öyle ki senin eksik olduğun şey belki başkasında tamdır. Göreceli de bir kavramdır bu sevgi eksikliği. Herhangi birinin seni sevmesiyle giderilemeyecek bir şeydir. Senin istediğin birinin seni sevmesiyle tamamlanacak olan bir şey. Belki de asla gerçekleşemeyecek bir durumdur. Çünkü daha önce bahsettiğim gibi senin istediğin kişi başka birisinin tamlayanı olabilir. Tamlayan ve tamlananla güzel bir cümle oluşturmuş olabilirler. Sen bu cümlenin içine karışmak istersen cümleyi devirebilirsin. O yüzden cümleni tamamlamak için umut edersin, çabalarsın, hayatına zevk katarsın. Belki üzülürsün, hatta çok üzülür, kahrolursun ama hayatın tadı burada. Her istediğin şey gerçekleşseydi. Bütün eksikliklerin tamamlansaydı - ki bu mümkünatı olmayan bir şey - yaşamındaki son noktaya gelmiş olacaktın. O yüzden ben seviyorum eksik kalmayı. Bir şeylerden yoksun yaşamayı. Hoşuma gidiyor çabalamak, hayal kurmak.
Oldukça etkilenmiştim anlattıklarından. Söyledikleri şeylerde ki kişilere kendimi koydum. Ne kadar da doğruydu. Hep şikayet ederdim, eksik kaldığım için. Bana kendimi görme fırsatı sağladı. İyi olmuştu. Kalktı yerinden, evin içinde bir iki tur attıktan sonra, kapıya yöneldi. "Artık çok geç oldu ben gideyim." dedi. Oturmasını söyledim ama dün uyuyamadığını eve gidip biraz kestireceğini söyledi ve çıktı. Onu yolcu ettikten sonra içeri döndüm. Koridordan oturma odasına göz gezdirdikten sonra çalışma odama gittim. Kapıyı açtım, çalışma masama doğru yürüdüm. Çalışma masamın üzerinde zürafayı andıran bir masa lambası, birkaç parça kağıt, bir kalemlik, kalın bir sözlük ve sözlüğün yanında eksiklerimi gidermek için hergün içine bir miktar para attığım, bana İzmir'de bir bankada çalışan arkadaşımdan hediye gelen kumbara vardı. Kumbarayı aldım, hemen içini açtım ve paraları çıkardım. Teker teker saydım. Tam 294 lira vardı. Parayı alıp cebime koyduktan sonra üzerime kapının arkasında duran yeşil renkte el örgüsü hırkamı aldım. Dışarı çıktım, kazan dairesinin bulunduğu kata indim. Ve hemen kazan dairesinin bulunduğu kapının çaprazında bulunan kapıyı çaldım. Kapıyı apartman görevlimizin 10 yaşındaki küçük kızı açtı. Cebimdeki 294 lirayı çıkartıp avucuna koydum. Hiçbir şey demeden dışarıya çıktım. Parka doğru yürürken içimi tatlı bir mutluluk kaplamıştı. Maddi eksiklerimi kapatmak için biriktirdiğim para başkasının maddi eksikliğini karşılayacaktı aynı zamanda benim de manevi eksikliğimin bir bölümü karşılanmıştı. Mutluydum.
28 Ağustos 2012 Salı
Kardım Harcımı Öğrencilerimle
İçinde bulunduğumuz şu günlerde gerçekten trajikomik olaylar yaşıyoruz. Ağlanacak bir halde miyiz yoksa gülünecek halde miyiz onu bile anlamakta zorluk çekiyoruz. Evet şu üniversitelerde "parasız eğitimden" bahsediyorum. Günlerce dillendirilmiş, birçok eve sevinç getirmiş, harçlar kalkacak haberinden. Şimdi Allah var, dediklerini yaptılar, katkı payını kaldırdılar. Ama kime ? Normal öğretim ve açık öğretim fakültelerine. İkinci öğretimler peki ? Onlar ise derin bir üzüntü, şaşkınlık ve öfke içinde avuçlarını yalıyor. Bu avuç yalayacılar arasında bende varım tabi. İşin en ilginç tarafı ise, bir zamanlar sokaklarda omuz omuza parasız eğitim için bağıran insanların, "parasız eğitime" geçilmesiyle beraber birbirlerine karşıt duruma geçmeleri. Bana dokunmayan yılan bin yaşasıncıların türediği bir açıklama. İkinci öğretim harçlarına dokunlmamasına neredeyse sevinen hatta ciddi anlamda sevinen öğrenci arkadaşlar... Benim anlam veremediğim nokta bu kadar itirazın neden yapıldığı. Şu iki gün içinde edindiğim izlenimlere göre hiçbir İkinci öğretim öğrencisi zaten harçların tamamen kalkmasını istemiyor. Onlarda biliyor bu sefer normal öğretim okuyanlara haksızlık olacağını. Ama onlarda ücretlerin makul bir indirime gitmesi taraftarı. Bazı ( çok affedersiniz ) kendini bilmez, liseden kurtulamamış, üniversiteye gelmiş ama kendini bir gram geliştirme becerisine sahip olamamış dar beyinli insanlar, "onlarda çalışsaymış, biz çalıştık birinci öğretimi kazandık. Onlarda çalışıp birinci öğretime girselermiş arkadaş !" diyor. İşte bu kadar sığ düşünen insanlar üniversite binalarını işgal ediyor. Ben hiç İkinci öğretimi tercih edenlerin nedenlerine girmeyeceğim. Sadece onların mantıklarına göre cevap vermeye çalışacağım. Belirledikleri mantıklara göre puan açısından N.ö ve İ.ö eşit değil. Peki bu pek zeki, arkadaşlarını düşünen(!) arkadaşlar hiç düşünmemiş mi en basitinden,Tıp Fakültesi okuyan İkinci öğretim öğrencisi ile İşletme okuyan ( niyetim burada işletme bölümünü kötülemek değildir, sadece basit bir örnek.) Normal öğretim öğrencisinin puanlarının eşit olmadığını ? Hatta bu puanlar arasında dağlar kadar fark olduğunu. E o zaman kendilerinin oluşturduğu mantığa göre İşletme N.ö öğrencisi arkadaş Tıp i.ö okuyana göre daha fazla harç ödemeli. Ama dur bir dakika bu işte de bir terslik var, normal öğretime harç kalkmadı mı ? İşte bunu düşünmekten aciz olan bazı arkadaşlarımızın mantığına göre, tamamen adaletli(!) olabilmek için harç ücretleri puanlamaya göre düzenlenmeli. Zaten ülkede bir sürü zıt görüşlü çatışmalar yaşanırken bizim hep beraber birlik olup vermeye direnenlerden hakkımızı aramamız gerekiren birbirimize düşmemiz, tuhaf. Bence birileri böyle olmasını istiyor. Baksanıza ülkede zaten belli başlı, Türk - Kürt, Alevi - Sünni, Cemaatçi - Laik, Fenerbahçeli - Galatasaraylı çatışmaları varken, bir de başımıza Birinci öğretim - İkinci öğretim çatışması çıktı. Bence başarılı da bir çalışma oldu. Parasız eğitim adına sokaklara dökülen öğrencileri birbirine kırdırmak en iyisiydi. Tıpkı kendilerine zıt görüşte giden toplulukları kendi içlerinde kırdırdıkları gibi, temiz bir çözüm. Ve yaptıkları bu çalışmaladan dolayı kendilerini tebrik ediyorum.
21 Temmuz 2012 Cumartesi
Hayalime Sahip Çık
Bugün biraz daha siyasi bir şeyler yazmak geldi içimden. Belki şu anda içinde bulunduğumuz durumlar bilinç-altımda yer edinmiştir, ondan böyle bir şeyler yazma gereği hissetmişimdir.Kim bilir ? Düşlemek, peşine düştüğün şeyleri...Düşlemek güzel şey, hayal kurmak falan.Ama onlar da kısıtlanır.İnsanların sınırları vardır.Her insanın.Bu bakımda hayallere de sınırlar getirilir.Hayaller kimilerine göre tehlikelidir çünkü.Büyük şirketler, dünyanın sayılı devlet adamları, kiteleleri peşinde koşturan şarkıcılar, oyuncular, sporcular... hepsi hayalleri sayesinde bulundukları yere gelmiştir.Bu yüzden hayaller çok önemlidir ve tehlikelidir(!)İnsan hayalini tehlikeli görenlerin bazılarıda hükümetlerdir.Hayaller kısıtlanmayan düşüncelerin ürünü ortaya çıkar, genişler.Kiminin hayali de iyi bir toplum düzenidir.Bir nevi ütopya yani. Bu ütopyalar hükümetleri en tedirgin eden hayallerdir.Buna bir şey yapmak lazım gelir.Ve onlar da insanların hayallerini kısıtlama konusunda karar kılar. Türlü yasaklamalarla, dini etkenlerle, toplumsal(!) mesajlarla hatta kamu spotu adı altında yayınlanan bir takım reklamlar ve hükümet desteği aldığı belli olan dizilerle insanların bilinç altlarına hayal kısıtlayıcı fikirler bırakırlar.Sübliminal mesajlar yani. Bunları dikkatle bakmadıkça hatta dikkatle baksan bile farkına varamayacağın biçimde hazırlarlar. Bu ince mesajları beyninin içinde yayarlar.Akabinde hayallerinin yönünü değiştirebilirler. Artık senin hayallerin, ileri bir toplum düzeninden, eğitimli bir başarıdan, topluma faydalı olmaktan, gökte uçmaktan, yerde koşmaktan ziyade bol para kazanmaya, milyonları peşinden koşturan bir şarkıcı olmaya, başrolden başrole koşan, sanat için değil, para için soyunan artistlerden olmaya yönelmiştir. Bu hayallerin ciddiyeti yaşınla da ters orantılı olarak ilerler. Yaşın ne kadar küçükse bu yalan hayallere ilgin daha büyük olacaktır. İnsanın düşünme yetisini kendi ellerinde bulundurmuşlardır artık. Bu hayal kısıtlamada kullandıkları sübliminal mesaj yöntemini demokrasi dedikleri, kendilerini seçtirmek adına türlü türlü hilelere başvurdukları seçim öncesinde de uygularlar. Yine aynı yöntemlerle halkın üzerinde etki kurmaya çalışırlar. İnsanların düşüncelerini, inançlarını, hayallerini kullanark onlar üzeriden siyasetlerini yaparlar ve haketmedikleri şekilde hükümetin başında yer alırlar. Bundan da anlaşılacağı gibi tehlikeli olan hayaller değildir, hayalleri kısıtlayanların ta kendisidir.Sevgili Albert Einstein'ın da dediği gibi; Mantık sizi A noktasından B noktasına götürür, hayal ise istediğiniz her yere ! O yüzden diyorum ki bırakın hayaller başkalarının dediği gibi saçma ve komik oladursun, yeter ki dışarıdan el değmesin.Temiz kalan tek yer olan beyinlerimiz hiç kirlenmesin.
27 Haziran 2012 Çarşamba
Hayalet-Me
Hayal bile edemeyeceğin şeyler olur bazen. Hani sana o kadar uzaktır ki, senin gözünde o kadar büyüktür ki o şey, onu hayal etmeye bile korkarsın. Hayal dünyanın sınırlarını ona hiç açamazsın ya da açmak istemezsin. Ama bazen olur ki o hayalini bile kuramadığın şeyler bir nefes ötende olur. Fakat yine de ulaşamazsın ona. Ya başkasınındır ya da sana aitlik biçimi başkadır. Kendini bilirsin çünkü. Ulaşmaya çalıştığın şeyi de bilirsin. Aranızdaki uçurumun farkında olursun. Sen ona o sana asla birbirinize tamamiyle ait olamayacağınızın farkındasındır. Haddini bilirsin. Ona o şeye uzaktan sürdürsün hayranlığını ama o senin koruyucu meleğin kadar yakınındadır. Seni dürtükleyen şeytan kadar iç içedir seninle. Nefesin o olsun istersin. Rüyalarından hiç çıkmasın, yediğin yemek, içtiğin su olsun istersin. Yalnıca senin, kimsenin görmediği, kendi krallığının prensesi olsun istersin. Düşlersin ama korkarak, istencini kırmadan, kendini kendinde yalnız bırakarak düşlersin. Takılmak istersin gözlerine, tıpkı küçük yavru balığın bir balıkçının ağına takıldığı gibi... Her şeyden habersiz, nereye gideceğini, sonunun ne olacağını bilmeden... Bir kere olsun dersin davul dengine çalmasın, adaletsiz dünyanın adaleti kendine kalsın, hayal kuramayacağımla hayat kurayım, yarını olayım. Ama olmuyor işte, istediğin hiçbir şey olmuyor sen ne iyi olduğun için ne de kötü olduğun için, yalnızca böyle olması gerektiği düşünüldüğü için olmuyor. Varsın olmasın, biz yine aynadakine sövmeye, lanet okumaya devam edelim, ne olacak ?
4 Haziran 2012 Pazartesi
Daimi Yedek
Hatırda kalınması gereken biri miyim bilemem. İnsanların hayatlarında hiç unutamayacakları bir anı, anılar bırakabilir miyim ya da bırakmş mıyım? Hiçbir fikrim yok. Çünkü ben hiç başrol oynamak istemedim.Figüran da olmadım. Hep yardımcı oyuncuydum. Ne herkesin gözündeydim ne de kimsenin gözünde değildim. Başkaları gibi hayatın bana adil davranıp davranmaması hakkında yorum da yapmıyorum. Bu benim isteğimdi. Herkes hakettiğini yaşar derler ya demekki ben de bunu haketmişim. İnsanların sadece hayatlarına girip çıkan, sadece olması gereken birisiyim işte. Kimi insanların hayatında bir dönem en iyisi(!), en unutulmayanı(!) iken zamanı gelince hiç umursanmayan var mı yok mu hiç farkedilmeyen biriyim. Bir önceki yazımla çelişiyor da olabilirim. Hani şu kaybettiğin kişi için üzülürsen, o sende değeri olduğu içindir, kaybettikten sonra değerini anladığın için değil, diye olan. Beni kaybeden olduğunu hiç sanmıyorum ya da dediğim gibi bir kayıp olarak görüldüğümü, hayatlarında eskisi kadar rol almadığım için üzülenler olduğunu falan hiç sanmıyorum. Aslında ben kim olduğumu biliyorum. Ben ; İnsanların lafta, yanındayken en iyi arkadaşıyım. işleri olunca, canım sıkkın olduğunda değil, neşeli olduğum zamanlarda arkadaşıyım. Asıl arkadaşları olan gelip bana her fırsatta şikayet ettikleri insanlar. Ama ben onları yine de çok seviyorum. Gerçekten seviyorum. Yalnız olmaktan korkuyorum, yanımda birileri olmadan, sırtımı kimseye dayamadan ne yaparım bilmiyorum. Güzel özetlemiş bu durumu da aslında MFÖ." Yalnızlık ömür boyu." Ama ne yapayım yalnız olmak istemiyorum.Ben her zaman sizin yedekte de olsa arkadaşınız olarak kalmaya razıyım...
Kaybın Âfakı
" Bir şeyin değerini kaybetmeden anlamak mümkün değildir." derler. Ben buna tamamen karşıyım.Bir şeyi, birini kaybedince üzülürsün. Sanki onun değerini tam anlamıyla şimdi anladığı sanırsın.Ama olayın iç yüzü öyle değildir.Benim bu konudaki düşüncelerimde yine bilinç altı etkili bir rol oynuyor. Bilinç altında yer edinen, kişi veya şey, onun artık sana ait olmamasıyla ortaya çıkıyor.Yani sen şeye değerini, kaybettiğinde vermiyorsun.Sen ona, o şeye değer veriyorsun fakat ona verdiğin bu değer onu kaybetmenle beraber ortaya çıkıyor. O yüzden o şeyi elinde tutamadığında, kaçırdığında inanılmaz bir şekilde üzülürsün. Sen onun değerine zaten sahipsindir. Sadece insansal bazı güdüler yüzünden bunun farkına varmak istemezsin. O şey sende hep değerlidir. Bilinç altın bunu bastırmıştır. Buna örnek verecek olursak, her zaman yanında olan ve önemsediğin bir kimse artık bir şekilde seninle beraber olamayacak olursa, yani onu kaybedersen o önemsediğin kişinin değerini anlamış sanırsın. Ama olay aslında öyle değildir. O kişi sende büyük bir yer edinmiştir. Sen onun sendeki değerinin bilincinde değilsindir. Ama o değer vardır. Sadece onu sahiplendiğin için, bilinç altın onu derinlere indirgemiştir. Yani kısacası kaybetmek değeri anlamlandırmaz, sadece gün yüzüne çıkarır.
23 Mayıs 2012 Çarşamba
Renkli olmak özgürlükse, özgürüz hepimiz de!
Renkler..Sarı, mavi, kırmızı, yeşil...Renkler varlıklara canlılık katar.Daha göz alıcı yapar.Renkli hayatlarda aynı şekildedir.Dışarıdan bakan insanlar, sizin renkli hayatınıza imrenir.Halbuki bilmezler ki renkli olan her şey hapsedilir.Renkler belki özgürlüğü çağrıştırır ama aslında renkli olmak, kısıtlamayı getirir.Anlam veremediniz belki, size şöyle açıklayayım.Hiç etrafınızdaki şeylere dikkat ettiniz mi ? Mesela bir kuş için renkli olmak, hapsolmak demektir.Eğer tüyleri sarı, yeşil, kırmızı vs. hangi göz alıcı renkteyse kafeslenmesi o kadar çabuk sürer.Çoğu kimsenin beğenmediği kara kargalar, kahverengi serçeler özgürdür.Doğada diledikleri gibi gezebilirler.Bunun örnekleri çoğaltılabilir.Örneğin balıklar.Neden kimse akvaryumunda gri pullu bir alabalık beslemez de gidip binbir renkli balıkları besler ? Çünkü o balıklar renklidir.Renk hapsolmaktır.Çevremizde yemyeşil bitkiler varken, biz yine evimizde renkli gülleri, karanfilleri, menekşeleri yetiştiririz. İnsanları da buna benzetebiliriz.Mesela renkli saçlı bir insan için de durum aynıdır. O kafeslenmese de farklı olduğu için göz hapsine alınır.Bazen hayatlar da renklidir. Herkes renkli bir hayat sürdüğünü düşündüğü insanları hayatlarının her anında mutlu sanar.Halbuki kimi insan renksiz ruhunu renkli gösterebilmek için bu kılığa bürünür. Ama dışarıdan görünen o değildir. Renkler farklılık getirir, farklılık ise özgürlüğü kısıtlar.
20 Mayıs 2012 Pazar
Bilinç-altıma ettim.
Kendi kendine konuşmayı seven bir insanım.Kendimle dertleşir, tartışır, sohbet ederim.Arkadaşlarımla ya da yakın çevremle paylaşamadığım şeyleri kendimle paylaşırım.Kendimin en iyi dostuyum.Aslında yalnızım ben.Etrafımda çok insan var, yanımda görünen, yanımda olduğunu söyleyen ama ilk fırsatta benden koşarak uzaklaşan insanlar.Onlarla konuşurken, onları kaybetmemek için yuttuğum sözler, içimde patlayan sözcükler...Yalnızlıktan korkuyorum.Öyle böyle değil çok korkuyorum.Eğer olur da birgün tamamen yalnız kalırsam diye kendime kendimi edindim.Biliyorum çünkü onun arkadaşlığı bana karşılıksız.Aynı annemin sevgisi gibi.Ama bazen öyle şeyler oluyor ki bırakın en yakınımdaki arkadaşlara anlatmayı, kendime bile anlatamadığım şeyler ortaya çıkıyor.Azıcık ucundan bahsetsem bile, yok yok öyle şey olur mu dediğim düşünceler gibi.Acaba izlediğim diziler, filmler yüzünden bilinçaltıma böyle şeyler mi yükleniyor, dediğim şeyler.Kahkahalarla gülerken, birden suratımın ekşimesine neden olan düşünceler.Hani ne yalan söyleyim bazen o şeylere, keşke diyorum.Kendimi aşıp, kendime anlatabildiğimde tabi.Bilinçaltına çok inanan bir insanımdır da.Gündelik hayatta okuduğum haberlerin, izlediğim filmlerin, dizilerin, dinlediğim müziklerin hatta gördüğüm rüyaların bile bilinçaltıma yer edindiğine, yaşamımda büyük etkisi olduğuna inanırım.Hayal dünyamı da buna göre kurduğuma...O yüzden belki de açıklayamam kendime o şeyleri.Bilinçaltıma yer edindiği için, kendimden utanıyorumdur kim bilir..Beynimin temizlenmesi gerektiğini de düşünüyorum.Bilinçaltımda yer eden her şeyin temizlenmesini.O aylarca içinde çeliştiğim, beni günden güne eriten, utandığım, ama utanılması gerekilen mi bir şey olduğunu bilmediğim düşüncelerin tamamen silinmesini...
Saç-mala bağladım.
Sessizlik dinledim ben siz bunu yapabilir misiniz ? Nah ! yaparsınız. Şaka yaptım, ben de yapamadım çünkü.Oğlum ben yapamadıysam siz nasıl yapacaksınız ? Hem sessizlik dinlenir mi ? Adı üstünde sessizlik.Ses yok yani.Dinlemek ne demek ? Bir sesi duymak demek değil mi ? E olmayan bir şey nasıl dinleyeceksiniz ? Yok öyle sessizlik dinledim, yalnızlık avuçladım, umutsuzluk emdim falan. Ya yapacaksın, kanıt getireceksin ya da susacaksın hafız.Gerçi bende kendimle çelişebilirim.Daha önceki yazılarımda sessizlik dinleyip, hayallerle sevişmiş olabilirim.Ama siz bana ne bakıyorsunuz ? Ben yazmak için, okunsun diye öyle yazıyorum.Çünkü yok öyle bir şey.Soyut şeyler yenmez, içilmez, emilmez arkadaş.Ya da dinleyin be, sizden önemli mi ? Sevişin hayallerle, için umutları kana kana, avuçlayın yalnızlığı.Ne de olsa hayal dünyası.Bir de bu hayal dünyası var.Hayal dünyası nedir ki ? Ben merak ediyorum hep nasıl bir yer acaba?Böyle ağaçlar, kuşlar falan var mı ? Sonra çay var mı çay , böyle demli demli tavşan kanı olanından.Çay yoksa o dünyaya dünya demem ben.Çay olmadan olur muymuş hiç.Simit de olacak, taze, sıcak, çıtır çıtır. İşte o zaman ben ona dünya derim.Herkesin dünyası farklı mı mesela ? Benim dünyam gibi demleme çaylı, simitli falan mı ? Düşünsenize herkesin farklı bir dünyası var.Seninde var mesela.Kiminin böyle bol paralı, aşklı, meşkli falan.Kiminin de benimki gibi simitli, çaylı.Vay anasını.Şimdi düşününce garibime gitti.Ben bu hayal dünyasını görmek istiyorum.Giden, gören varsa bana da haber versin he.Neyse o kadar simit , çay dedik canım çekti.Ben kaçar gençler iyi geceler... Kıpsle ;)
Gibi ama değil.
Patlamaya hazır bir mısır tanesi gibi
Biraz ürkek ama cesaretli
Kara şovalye ile savaşmaya hazırlanan
Kalkanı sudan, alev püsküren ejderha gibi
Rüzgara karşı uçan balonun
Tutunacak dal için kaktüsü bulması gibi
Yetim kalmış kırmızı başlıklı kızın
Koca kurda baba demesi gibi
Ne gurur kaldı içimde ne çare
Ne günahım vardı ne de kafamda bir hâre...
1 Mart 2012 Perşembe
İlla
Bazen istiyorum, çok istiyorum.Olmayacağını bile bile, olsa da bir şey olmayacağını bilsem de istiyorum.Mesela ;
Absürd bir komedinin son dakikalarındaki dram olmak istiyorum.Herkesi güldürüp, düşündürdükten sonra gülen ve güldürenlerin de insan olduklarının farkına varılmasını...Leyla ile Mecnun'un aşkında aşka bakılan tarafın Mecnun değil Leyla olmasını istiyorum.Mecnun'un çöl hikayelerini değil Leyla'nın ev hapsini dinlemek istiyorum.Ferhat'ın dağı delmesini değil, Şirin'in Ferhat'ı beklerken düşündüklerini, kurduğu hayalleri bilmek istiyorum.Kalbin nasıl attığını değil nasıl atmadığını duymak istiyorum.Susup anlatmak, düşerken tutunmak istiyorum.Nefes alamamayı değil, nefes verememeyi anlamak istiyorum.Yeni umutların aslında güneş doğunca değil, güneş batınca ortaya çıktığını anlatmak istiyorum.Mutsuzluğun mutluluktan daha önemli olduğunu, mutsuzluk olmasa mutluluğa ne deneceğini bilmek istiyorum.Uzayda canlıların değil, ölülerin olup olmadığının merak edilmesini istiyorum.Yeni yılın getirdiklerinin değil, eski yılın götürdüklerine sevinmek istiyorum.Müsabakalarda yenen tarafın değil yenilen tarafın kazanmasını istiyorum.Yaşarkan rüyaları, uyurken gerçekleri görmek istiyorum.Ne yani çok mu şey istiyorum ?
Absürd bir komedinin son dakikalarındaki dram olmak istiyorum.Herkesi güldürüp, düşündürdükten sonra gülen ve güldürenlerin de insan olduklarının farkına varılmasını...Leyla ile Mecnun'un aşkında aşka bakılan tarafın Mecnun değil Leyla olmasını istiyorum.Mecnun'un çöl hikayelerini değil Leyla'nın ev hapsini dinlemek istiyorum.Ferhat'ın dağı delmesini değil, Şirin'in Ferhat'ı beklerken düşündüklerini, kurduğu hayalleri bilmek istiyorum.Kalbin nasıl attığını değil nasıl atmadığını duymak istiyorum.Susup anlatmak, düşerken tutunmak istiyorum.Nefes alamamayı değil, nefes verememeyi anlamak istiyorum.Yeni umutların aslında güneş doğunca değil, güneş batınca ortaya çıktığını anlatmak istiyorum.Mutsuzluğun mutluluktan daha önemli olduğunu, mutsuzluk olmasa mutluluğa ne deneceğini bilmek istiyorum.Uzayda canlıların değil, ölülerin olup olmadığının merak edilmesini istiyorum.Yeni yılın getirdiklerinin değil, eski yılın götürdüklerine sevinmek istiyorum.Müsabakalarda yenen tarafın değil yenilen tarafın kazanmasını istiyorum.Yaşarkan rüyaları, uyurken gerçekleri görmek istiyorum.Ne yani çok mu şey istiyorum ?
Anne Beş Dakika Daha..
Sabah erken kalkabilmek için kurduğum telefonumun saati çaldı.Beş dakika daha uyuyabilmek için erteledim.Beş dakika geçti, saat yine çaldı.Daha erkendi hadi bir beş dakika daha...Yine çaldı.Beş dakika daha...Bitmedi bu beş dakikalar, saatler oldu.Kalktığımda çok geç kalmıştım.Kararsızdım, iş işten geçmiş miydi yoksa daha hiçbir şey bitmemiş miydi? Hergün yaşadığım bu olay, bu ufak iç karmaşası insanı etkilemez di tabi ki.Peki ya bu durum yaşamınızın her alanında olsaydı ? Mesela o beş dakika sağlığınızı etkilese.Ufak bir baş ağrısı(!) sandığınız şey, erteleyip doktora görünmekten üşendiğiniz şey, sizi ölümle baş başa bıraksa? Ya da daha farklı bir şey...Hep içinizde kalacak şeyler mesela.Seviyorsan git konuş denen kişiyle konuşmayı ertelemek...Bugün olmadı yarın hiç bilemedin ertesi gün konuşurum demek...Ertelemek çoğu zaman, hatta her zaman kaybettirmiştir insana.İş işten geçtikten sonra faaliyete geçmek, yumurta kapıya dayanınca kapının kilitleriyle uğraşmak olmaz.Elinde fırsat varken değerlendirememişsen eğer daha sonrası sana yaramaz.Ertelemek yaşamın hiçbir alanında insana fayda getirmemiştir.Zamanı geldiğinide her şeyi ortaya koymak gereklidir.İçinde saklamak yerine gideceği yere göndermek en iyisidir.İş işten geçer, insan üzülür.Ufak baş ağrısı, stres yüzünden oluşan tümöre dönüşür, kanser olur ve ölürsün.Görüyorsunuz işte çalar saati beş dakika ertelemek sizi ölüme götürebilir.Mecazi anlamda tabi...
17 Şubat 2012 Cuma
Yalnız Adam!
Yalnızca insanların boş zamanlarında aklına gelen bir insan olmanın ne demek olduğunu bilemezsiniz siz çoklu ortam sohbetlerinizde.Hani canınız sıkılırda telefonu elinize alırsınız, başlarsınız baştan aşağı doğru gezmeye.Sonra bir isim çarpar gözünüze.Aa ! dersiniz.Ardından hemen bir mesaj:"Sen yaşıyor muydun ya?" Gelen cevap muhtemelen bir heyecanla atılmıştır. " Evet, yaşıyorum.Sen nerdesin, neler yapıyorsun? " Bu mesaj çağrılmayı bekleyen bir yalnızın mesajıdır.Mesajı atan kişi de büyük ihtimal ortama yeni dahil olan arkadaşın muhabbetine kendini kaptırmış, yalnızı unutmuştur.Boş insan gibidir, boş zamanlarda akla gelen insan.Kalabalık içinde yalnızlığı yaşayandır.Birçok arkadaşı vardır, ama hiç dostu yoktur.Muhteşem bir eksiklik giderici, dert dinleyici fakat dertsiz(!) bir insandır.Çoğu kişi farkına varmasa da, yalnız da olsa o da insandır...
Vicdan
Vicdan insanı her zaman doğruya yöneltmez.Sadece doğruya yönelmesi için onu uyarır.Vicdan iç huzuru veya iç sıkınısı vererek kişiyi uyarır.Yaptığı hatalardan en az zararla dönmesi için onu dürter.Vicdan bir kavram değil, kişinin yeteniğidir.Metafizik anlayışa göre vicdan doğuştan var olmuştur.Diyalektik anlayış ise vicdanın içinde bulunduğu toplumsal koşullarla belirlendiğini ileri sürer.Vicdan insanı kısa süreli mutsuzluğa itebilir.Yaptığı davranışlar yüzünden kendisiyle bir iç hesaplaşmaya girebilir.Ama sonunda bu mutsuzluğundan haz alır.Herkeste vicdan duygusu, yeteneği farklı işler.İyinin ve iyiliğin doğru olduğuna inandırır.Kimi insanın vicdanı bir hayvanın canını acıtsa bile rahat bırakmazken, kimi insanında insanların canına kast etmesine kadar uyarı durumuna geçmez.Vicdan kişiyi her yerde, her zaman, izleyen, kişinin niyetine göre yargıda bulunan bir hakimdir.Yaptıklarını kendi niyetine göre yargılar.İnsana hata ve doğruyu bildiren bir iç sestir.İnsanı hayvanlardan ayıran şeylerden biriside vicdandır.İnsan vicdanına göre hareket eder, onun uyarılarıyla kendisine bir yön verir.Hayvan ise tamamen iç güdüsel hareketer eder.Açsa vicdanını sızlatmadan başka bir hayvanı yiyebilir.Vicdan ahlakın en temel öğesidir.Vicdandır ki insanı en olmadık yerlerde, en olmadık zamanlarda yakalar.Bazen bir yemeği yerken, bazen tam uykuya dalmak üzereyken.Geçmişte yaptıklarınız gelir aklınıza.Niye yaptım, yapmamalıydım dedikleriniz.Ya da yapacağınız esnada sizi uyarır vicdan, sizi en iyi olana, en doğru olana yöneltir.İnsanı insan yapan özelliklerinin başında gelir.Vicdan insanın içinde hiç susmayan bir köpektir.İnsanın insani duygularının körelmesini engeller.Onları devamlı uyanık tutar.Bazen vicdan insanı korkak yapabilir.William Shakespeare Hamlet adlı eserinde "vicdan hepimizi korkak yapıyor." diyerek bu konuyu göz önüne getirmiştir.Vicdana sahip olan insan kötüyü yaparken, yapmaya yeltenirken korkar.Çünkü vicdanının onu rahat bırakmayacağının bilincindedir.Vicdana sahip olan insan otomatik olarak ahlaklı bir insan haline de gelir.Ahlak insanın doğruyu, iyiyi yapmasıdır.Vicdan ise insanı bunları yapması için uyarır.Ahlaklı bir insan olmaya yöneltir.Vicdanı konuşan bir insan ne kadar susmaya alışkın olsa da kendisini dışarıya vuracak bir nokta bulur.Dışarıdaki olaylara sessiz kalırken, vicdanı onu bunlara dur demeye yöneltir.
Uykuluk
Uykusuz kalmak bir alışkanlık değildir.Bir hastalıktır.Ama fiziki bir hastalık da değildir.Zihni bir hastalıktır, uykusuzluk.Düşüncelere dalan, zihnini zorlayanların hastalığıdır.Kimi zaman bir sevince, kimi zaman bir heyecana, kimi zaman bir derde düşenlerin düşünceleriyle boğuştuğu bir hastalık.Bazende sabaha kadar bedenin uyuması ama zihnin açık kalması şeklinde de gösterir kendini.Sabahları uyandığında bundandır büyük baş ağrıları ya da her tarafının ağrıdan kırılması.Beden uyur ama zihin düşünmeye devam eder.Bu hastalıktan kurtulmanın çaresi de yoktur.Kime düşünme diyebilirsiniz ki? Bu hastalıktan ancak düşündüğüz şeylerin cevabını bulabilirseniz kurtulabilirsiniz.Bununda mümkün olması imkansıza yakın orandadır.Eğer bu hastalığa bir kez bulaştıysanız yakanızı bırakması senelerinizi alabilir.O yüzden şimdi hepinize iyi uykular!
Pes Yanlışı!
Her şeyin bir sonu olduğu gibi seninde bir sonun vardı.Bu son geldi çattı, masal bitti, kitap kapandı.Güzel bir rüyaydı, bilimsel olarak saniyeler sürse bile benim için aylar süren bir rüya..Hani şu zaman zaman boşluğa düşme hissi olmasaydı iyiydi de neyse...Oldu bitti bu da diğerleri gibi ve gelecekte olacaklar gibi.Bu sefer fazla umrumda değil bu olay.He sanılmasın ki oyuncaktan bir şeydi, ondan değil; alışmış olmamdan işte canım.Bu seferki çok da uzun sürmediği için fazla derin yaralar bırakmaz bundan eminim de yine kendimi sorgulamama vesile olur, orası kaçınılmaz.Şimdi ben bir iki gün şarkılarla kafa bulurum, dinler dinler efkarlanırım, içmeden etrafta sarhoş gibi gezerim, sonra geçer.Hiçbir şey olmamış gibi(!) gezmeye devam ederim.Dedim ya ben bilmeden bir şeyler yaptım ve bunun diyetini ödüyor olmalıyım.O yüzden bundan öykünecek değilim.Bir şeyler yaptım ki cezasını çekiyorum.Her zaman kendi kendime dediğim gibi bu sefer pes etmeli miyim olayına da girmeyeceğim, çünkü pes etmeyip, akıllanmayacağım.Dile kolay yirmi sene oldu tanıdım kendimi iyice.Zaten pes etmek sadece zayıfların işidir.Ben artık zayıf olmak istemediğim için pes etmeyeceğim, desem de inanmayın siz bana. :)
Cevapsız Çağrı
Asla içimden geçenleri tam olarak yansıtamadım.Bazen her şeyi bırakıp uzaklara gitmek istedim.Bir şeylerden uzaklaşmak.. Ama işbu ki uzaklaşacak ne kimsem vardı ne de yerim.. Giderken son kez bakacağım, dakikalarca sarılacağım, arkamı dönüp sessizce ağlayacağım, dönüp el sallamaya korkacağım kimsem olmadı.. Sanılmasın ki yalnızım ben, dostlarım var benim, annem var, babam var, kardeşim var, kardeşim kadar sevdiğim insan var. Ama olması gereken kişi yok.Bulunmamış birisi, görülmemiş, duyulmamış.Beklediğim ama gelmeyeceğini bildiğim.Belki kendimim beklediğim.Yani kendime gelmeyi bekliyorumdur.Çünkü onunda gelmeyeceğini biliyorum, hiçbir zaman kendime gelemeyeceğim ki kendine gelemeyen birisine başkası ne diye gelsin ki ? Aramaktan vazgeçmiş de değilim.Ama kimi, neyi, nerde, nasıl arayacağımı da bilmiyorum.Bir yerden başlamam gerektiğini biliyorum sadece.Eskiden beridir böyleydi bu...Bilinmezdim ben, hiçbir zaman kendime inmezdim.Birgün indim, ezdim.Kim bilir belki ben bazen sadece bendim bazen de herkesdim...
1 Ocak 2012 Pazar
Vadideki Odun
İnsanın geçmişte yaptıklarının acısı geleceğinden çıkar mı ? Geçmişte kırdığı kalpler, üzdüğü insanların laneti, gelecek zamanlarda onun üstünde dolaşan bir karabulut halini alır mı ? Bu soruları sormamın nedeni benim bu durumda olduğumu düşünmemdir.Zamanında hiç haketmediğim halde birilerinin bana ilgi duymasına izin verdim.Sık olmuyordu çünkü.Hoşuma gidiyordu.Ama nasıl iştir bilmiyorum, kendimi mi beğenmiştim onu da bilmiyorum ama bana ilgi duyanlara karşı ben hiç ilgi duyamadım.Şimdi yakındığım, lanet ettiğim, bana yapılan şeyleri zamanında yapan kişi de bendim.Ama ben gerçekten istemedim onlara acı çektirmek.Çünkü biliyordum, az da olsa tahmin edebiliyordum çektikleri acıları.Daha fazla acı çekmemeliydiler.Acemiydim, bilememiştim o zamanlar nasıl yapacağımı...Gerçi şimdi de değişen bir şey yok ya, hâlâ acemiyim...İnsanlara acı çektirmek, küfrün üzerinde bir lanet...Geçmişinde olmuşların ya da geleceğinde olacakların peşin bir diyeti mi ? Öyleyse bile olmamalı, kendi egonu tatmin edebilmek için, başka insanların gururunu kırmamalı.Onları dipsiz bir kuyunun içinde hayalleriyle başbaşa bırakmamalı.O kuyuya yaklaştırmamalı...Pişmanım...Bunları benim başıma defalarca gelmeden önce akıl etmeliydim.Benim şimdi yaşadıklarımı ya da ileride yaşayacaklarımı onlara o zamanlar hissettirmemeliydim.Sarhoştum...Sevilmeye susamış bir insandım, ilgi alkolüyle sulandım...Sarhoş kaldım.Terkettim meyhaneyi, yıllar sonra ayıldım.Beni ayıltan bir kahve oldu..Acı bir kahve.Güzel fincanla sunulmuş, bol köpüklü, acı bir kahve...Ama çok geç kalınmış bir ayılmaydı bu...Sarhoşken ezdiğim çiçekler, yapraklarını dökmüş olmalıydı.Artık ne kadar sularsan sula, istersen toprağını değiştir, o çiçekler artık eskisi gibi olmayacak...Tıpkı benim kendimi vadideki zambak sanıp, meşe odunu olmam gibi...Akıl başa yeni geldi...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)